Çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği o sıcacık mahallede insanlar tıpkı yan yana inşa ettikleri evler gibi, yana yana, omuz omuza, sırt sırta bir hayat yaşardı. Birinin derdi diğerini mutlaka ilgilendirir, onunla birlikte olduğunu o derdin çözüm aşamasında gösterir, dert sahibinin yalnız olmadığını hiç değilse hissettirirdi. Şimdi dünya koca bir köy oldu. Sosyal medya diye bir şey var ve biz dostlarımızın da, tanımadığımız insanların da, derdini, tasasını, sevincini, neşesini anında duyuveriyoruz. Ve maalesef ki dünyanın pek çok yerinde insanlık iflas etmiş durumda. , Ölüm, tecavüz, işgal hepsi güçlü olanların insafına bırakılmış. Bir taraftan da müthiş bir refah, sonsuz bir konfor yaşanmakta. Hangi inançtan ya da hangi milletten olmaları önemli olmayan bir dünya vatandaşı oluşmuş, haymatlos bir zümre var. Amiyane tabirle hayat onlara güzel.
Ölümler, tecavüzler, adi vakalar bu insanlar için istatistik birer veri olarak kayıtlara geçiyor, dost sohbetlerinde, televizyon ekranlarında, gazete yazılarında üç beş kelimeyle konuşup, yazıp geçiveriyorlar. Bir de bu olaylara kayıtsız kalmayan bir kesim var. Ve bu insanlar, sevinerek söylemek isterim ki asırlarca dünyaya nizam vermiş bir milletin, bizim milletimizin içinden çıkıyor. Zira ne kadar yok edilse, ne kadar vandalizme maruz kalsa da bu milletin geçmişi ile hala kurabildiği bir bağ var. Tıpkı benim çocukluğumun mahallesinin, modernizmin çarkları arasında betonlaştığı halde gönlümde, hafızamda nasıl yaşıyor ve bugünkü düşüncelerime, duygularıma yön veriyorsa, bu milletin şanlı mazisi de bu günkü nesle, zulme karşı tepki vermesini sağlıyor. Elinde şimdilik çok fazla bir şey gelmese de, karınca kararınca bu yolda malını mülkünü, emeğini, canını ortaya koyuyor.
Sadi Şirazi, Bostan ve Gülistan'da güzel bir hikaye anlatır. Geçmişin bugüne nasıl bir mesaj gönderdiğine örnek olsun diye bu hikayeyi buraya almak istiyorum. Konumuza da uygun olduğunu düşünüyorum.
ŞAM'DAKİ KITLIK
Bir yıl Şam'da bir kıtlık olmuştu. Ekinler hurma ağaçlarıdudaklarını ıslatamıyorlar ve eski pınarlar kuruyordu. Yani ortada yetimlerin gözyaşından başka bir şey kalmamıştı. Bir bacadan duman çıksabu ancak dul bir kadının ahı olabilirdi. Dalların azıksız yoksullara döndüğünü görmüştüm. Pazısı kuvvetli olanlar tamamen güçten kesilmişlerdi. Ne dağlarda yeşillik ne bağlarda balçık kalmıştı. Bostanı çekirgeler, çekirgeleri insanlar yiyordu.
O günlerde dostlarımdan biri bana uğradı. O da bir deri bir kemikti. Hayret ettim. Çünkü hali vakti yerinde, mevki, para pul sahibi bir adamdı. Kendisine sordum:
"Güzel dostum, dedim, söyle bakalım, niçin sıkılıyorsun?" Bana: "Senin aklın nerde?" Diye bağırdı ve ilave etti: "Bunu bile bile soruyorsun sualin yersizdir. Görmüyor musun, sıkıntı en yüksek derecesine varmış, meşakkat son haddine ulaşmış... Ne gökten yağmur düşüyor ne de feryat edenlerin dumanı göğe yükseliyor... Baksana..."
Cevap verdim: " İyi ama senin korkmana sebep yok. Zehir ancak tiryakinin bulunmadığı yerde adam öldürür. Başkası yoksulluktan harap olsa bile bundan sana ne? Kaz tufandan korkar mı? "
Bir fakih olan arkadaşım bana kırgın kırgın baktı. Bu bir alimin bir cahili süzmesiydi: "Dostum, dedi, insan sahilde bile olsa dostları denizde batarken rahat edemez. Benim yüzüm de yoksulluktan sararmadı. Onu sarartan yoksulların kaygısıdır. Akıllı adam ne kendi bedeninde yara görmek ister, ne halkın bedeninde... Çok şükür, kendim yaralı değilim ama bir yara görünce vücudum titriyor. Zayıf bir hastanın yanında sağlam insanın dirliği bozulur. Ben de zavallı yoksulların yemek yemeiğini gördüğüm zaman damağımdaki lokma zehir kesiliyor, dert oluyor. Dostları zindanda olan kimse bahçede zevk edebilir mi?"
İşte bizim kültürümüzde bu hikayeler buna benzer masallar ve nice menkıbeler, kıssalar, türküler var. Bizim kökümüz sağlam. Bizim mazimiz bir destan. Yeter ki dönüp bakmayı, doğru tahlil etmeyi ve günümüze doğru tercüme etmeyi bilelim.
Ve son söz: "Komşusu açken, tok yatan bizden değildir." Hadis-i Şerif
Sevgiyle kalın.