Gençliğin Sesi Radyosu’nun yayınını ilk defa 90’lı yılların başlarında bir yaz akşamında evdeki eski bir radyoyu kurcalarken bulmuştum.
Ali Nacidağlıoğlugil, yasak olması nedeniyle radyo yayınını arabasının arkasına yerleştirdiği küçük bir vericiyle Akyokuş, Tavusbaba, Sarıkız, bazen de Boz tepeye çıkarak FM bandı üzerinden yapıyordu.
Yayını her gün takip ediyor, bir sonraki gün yapılacak sohbeti ve yayınlanacak ezgileri merakla bekliyorduk.
Yayını yakaladığım ilk gün Ömer Karaoğlu’nun “Vahyin İlk Kalbi Mekke Döneceğiz” ezgisi yayınlanıyordu. Ardından Selam Olsun ve yine Ömer Karaoğlu’ndan Şehit Türküsü’nü dinlemiştik.
“Ümitsiz olmaz, sevdasız olmaz. Dağları oyup zindan etseler, Allah nurunu söndüremezler” sözlerini ilk defa herkesin ulaşabileceği bir ortamda dinliyordum. Müthiş bir duyguydu.
Aydınlıkevler Mahallesi’nde Hasan Çelik abi ve Şehit Rıfat Turan abinin organize ettiği ev sohbetlerine katılarak bir şeyler öğrenmeye çalışıyorduk. Her sohbete gittiğimiz evde Mustafa Akkad'ın yönettiği, İslamiyet'in doğuşunu konu alan 1976 yapımı ÇAĞRI filmini izliyorduk. Kaç kez izlediğimi hatırlamıyorum. O yıllarda Müslümanların biraya gelmeleri yasaktı ve toplu eylem sayıldığından büyüklerimiz çeşitli zulüm ve işkencelere maruz kalabiliyorlardı. Bu zor durum nedeniyle gittiğimiz evlere tek tek gider, ayakkabılarımızı içeriye alır, gürültü yapmaz, tüm perdeleri kapatırdık. Ben Konya’yı, Konya insanını tüm samimiyetiyle o sohbet günlerinde tanıdım.
Aylar sonra kendimi Gençliğin Sesi Radyosu’nun Demirci İş Merkezi’ndeki stüdyosunda, yayın odasında çalışırken bulmuştum.
Moro, Eritre, Çeçenistan, Somali, Sudan, Fas, Cezayir, Filistin, Azerbaycan ve Afganistan’dan mücahitlerden faks yoluyla bilgi alıyor, mücadelelerini Konyalılarla paylaşıyorduk. Ve sonra Bosna, Kosova...
Umutların haykırıldığı, sözlerin verildiği, tek dava İslam sloganlarının yükseldiği, herkesin bir ve beraber olduğuna inandığım bir dönemin sonuna bakıyorum şimdi. Evet bir dönemin sonundayız. Ömer Karaoğlu’nun arzuhalcisinde söylediği gibi tufanlarda kaybolduk. Kıymetini bilemedik o inkişafın ve Allah’ın bize yıllar süren mücadele sonunda verdiği ikramın.
Zamanın saflığından olsa gerek o dönem herkesi aynı davaya hizmet eder görüyordum. Ve yine zaman yanıldığımızı bize tekrar tekrar gösterecekti. Makam, beşeri bazı lütuflar, para, güç, insanı davasıyla birlikte zehirlermiş.
Tüm bu mücadelenin en sonunda “İstanbul Sözleşmesi” gibi bir rezilliği gördük. Yıllarca savunduğumuz, ecdadımızın yüzyıllardır savunduğu aile kurumunu kendi elimizle dinamitledik.
Bugün imkan sahibi olan herkese bu durumla mücadele etmek bir görevdir, imtihandır. Kimse bu imtihanın dışında değildir. Dün ilmek ilmek, emek emek inşa ederek geldiğimiz bir davanın sandukasına bu ağır vebal yüklenemez, yüklenmemeli. Sayın Cumhurbaşkanımız bu konuda bir yanlış yapıldığını beyan etmişlerdir. İlgililerin asli görevi, bu yanlıştan dönüşün yolunu açmaktır, inşa etmektir. Eğer bunu yapmaktan kendinizi beri sanıyorsanız bilin ki tüm vebal sizindir. Susanlarındır...
Bu meseleyi hakkıyla aşmanın en mühim ve öncelikli yolu mezarlık kenarında, ölü bekleyen dilenciler gibi sosyal medyada 3-5 kuruşa yöneticilere methiyeler düzen soytarılardan ve göbekten batıya bağlı, beyinlerini cüzdanlarında taşıyan embesil taifesinden kurtulmaktan geçiyor. Hakikate, ancak imanlı, maneviyatçı, hakikatli Anadolu çocuklarıyla kavuşabilirsiniz.
Haram kaşıkla, helal lokma aynı sofrada bulunmaz...