Hâl Müslümanlığı Üzerine

Prof. Dr. Ramazan Altıntaş

Ünlü mütekellim Ebu’l-Münteha, Şerhu’l-Fıkhı’l-Ekber adlı eserinde: “Hata, aslında kişinin nefsinden, dünyasından firarına ve Allah’a sığınmasına sebep olur” demektedir.

“Acaba insanın mayasında ‘hata’ işlemek var mıdır?” sorusundan önce, “insan nedir?” sorusuna kısaca cevap arayalım.

İnsan Arapça bir kelime olup "üns” ve "nesy” terimlerinin müşterek bir terkibidir. Üns yabaniliğin aksine; yakınlık, sevecenlik, ülfet ve alâka anlamlarına gelir. Bu duygu insanın hemcinsleriyle ve yaratıcısıyla kolayca kurabileceği ilişki ve iletişim ağını ifade eder. Nesy ise, hayvaniliğin aksine; gaflet, bildikten sonra unutmak, anlamamak, hata etmek gibi manaları kapsamakta olup, insanın "ilk misâk”ı 1  her zaman örtebileceği, yani yaratıcısına başkaldırıp ilişkiyi koparabileceğini vurgulamakla birlikte, psikolojiye konu olan hafıza kaybı, unutkanlık manasına da gelmektedir. İşte insan kelimesinin etimolojisinde her iki anlamı da içeren bu tanım, Mevlânâ’nın tanımıyla örtüşür.  Ona göre insan; ulvîlik ve süflîliğin, akıl ve şehvetin buluşma noktası 2 olup, bütün problemlerine rağmen varlıkların en değerlisidir.

Mevlânâ’nın tabiriyle insan; ulvîlik ve süflîliğin buluşma noktasıdır. Önemli olan bu dengeyi iyi ayarlayabilmektir. Her an insan denge firarisi yaşayabilir, Allah’ın hudutlarını çizdiği sınırı zorlayabilir. Bu konuda ne yapmamız gerektiği, atamız Hz. Âdem ve anamız Hz. Havva örneğiyle Kur’an’da bize sunulur. Onlara: “Şu ağaca yaklaşmayın!” (el-Bakara 2/35) denilmişti. Ağaç, bir âyetti. Ama yaklaşılmak suretiyle hata edilmişti de hatanın nasıl telafi edileceği öğretilmişti: “Ey Rabbimiz! Biz nefislerimize zulmettik, eğer sen bizi bağışlamaz ve merhamet etmezsen kaybedenlerden oluruz”. (bkz. el-A’râf 7/230). Bunun adı: İnsanın yön değiştirmesi, yani tövbe.. Varlıklar içerisinde iradeli ve şuurlu yön değiştirme kabiliyetine sahip olan tek varlık, insandır. Hatalar bir hubut/düşüştür. İnsan ve toplumlar düştükleri yerden kalkmasını bilmelidirler. İlelebet düşüş, sürdürülmemelidir. Kur’an’a göre, düşüşün ve çizginin dışına çıkmanın hemen arkasından tekrar hizaya gelmek bir fazilet olarak anlatılır. Günahlardan yön değiştirmemek, zulüm olarak nitelendirilmiştir. (el-Hucurât 49/11). Burada zulmün öznesi, insan ya da toplum olabilir.

İnanmış insanın hatalar ve günahlar karşısında tepkiye dayalı duyarlılığı birbirinden farklılık gösterir. Bu biraz da imanın derecesiyle alakalıdır. (el-Enfâl 8/2). Hatanın derecesi, tepkinin derecesini artırır ya da azaltır. Herkesin manevi yaşantısına göre tavrı değişir. Bu konuda Müslüman tecrübede birçok örnek vardır. Bunlardan bir kaçı şöyledir:

İmâm-ı Azam Ebû Hanîfe ortağı Hafs b. Abdurrahman’ı mal satmak için pazara gönderir. Gönderdiği malın içinde bulunan kusurlu bir elbisenin varlığını da göstererek, satarken bunun kusurunu müşteriye mutlaka söylemesini ister. Ortağı malı satarken kusurunu söylemesini unutur. Ayrıca kusurlu malı kime sattığını da bilmez. Ebû Hanife durumu öğrenince o gün elde edilen kazancın tamamını yoksullara sadaka olarak dağıtır. Çünkü onun haramlar ve şüpheli olan hususlar karşısında imanı böyle bir davranışı gerektirmektedir. Ya günümüzde, el çabukluğu bir marifetle demode olmuş, eski, çürük, yırtık-pırtık malları müşteriye satan kimselere ne demeli!

Son devrin büyük âlimlerinden, rahmetli Necip Fazıl’ın “yol göstericim” dediği Abdülhâkim Arvasî Hz.leri: “İkindi namazını geçirmektense ölmeyi tercih ederim” dermiş. Bu ifade hiçbir zaman diğer vakitlerin önemsizliği anlamına gelmez. Kur’an’da ve Hz. Peygamberin hadislerinde ikindi namazının önemine büyük vurgu yapılır. Çünkü biz zamanın ikindi vaktinde yaşıyoruz.  Kur’an’da geçen Asır Sûresi; hem Asr-ı Saâdete, hem İkindi vaktine ve hem de bütün zamanlara dikkatlerimizi çekmektedir.

Yine gönül dünyamızın manevi yıldızlarından Seriyyü’s-Sakatî anlatıyor. Medeniyet ve kültür merkezlerimizden olan Bağdat’ta tüccarlık yapmaktadır. Birgün arkadaşlarının yanında otururken, “işlediğim bir günah/hata yüzünden otuz senedir gözyaşı döküyorum”, demiş. Arkadaşları, demek ki bu hata çok büyük olmalıdır ki, otuz senedir seni ağlatıyor. Acaba nedir? diye sormuşlar. Sakatî, birgün Bağdat çarşısı yanıyor, diye bir çığlık duydum. Hemen çarşıya koştum. Çünkü benim de bir dükkânım vardı. Baktım ki, benim dükkânım yanmamış, yangından kurtulmuş. Bunun üzerine elhamdülillah, dedim. İşte bu günahıma otuz senedir ağlıyorum. Çünkü ben, bencillik yaptım.  Hz. Peygamberin: “Kendin için istemediğin bir şeyi mü’min kardeşin için de isteme” uyarısına aykırı hareket ettim, demiş. S.Sakatî’ye göre, fütüvvet ahlakı böyle bir tavrı gerektirmiyordu. İslami literatürde fütüvvet; dünya ve âhiret konusunda insanın mü’min kardeşini kendisine tercih etmesidir. Kur’an’da: “Kendileri fakru zaruret içinde bulunsalar bile onları (ihtiyaç sahiplerini) kendilerine tercih ederler” (el-Haşr 59/9) buyrulmaktadır. Çünkü i’sâr fikrinin bir sonucudur bu.  Maalesef Müslümanların hayatlarında i’sârın yerini bencillik ve yararcılık aldı. O hale geldik ki; kendi mutluluğumuzu, başkalarının mutsuzluğu üzerine binâ eder bir tavır içerisine girdik. Bir esnafa varıp bir mal soruyorsunuz, adam komşumda var demiyor, eğer kendisinde yoksa müşteriye iki gün sonra gelecek diyor. Müslümanların hayatında yardımlaşma ve dayanışma gibi değerler de alabora oluyor. Bu da işin bir başka cephesi.

Bugün Müslümanların en büyük problemi, İslam’ı anlatacak âlimlerden yoksun olmaları değildir; İslam’ı temsil liyakatindeki eksikliğimizdir. Bilindiği gibi Hz. İsa’nın mucizelerinden birisi, ölüleri diriltmektir. Birgün adamın birisi gelmiş ya İsa! Şu duayı bir de bana öğret de ben de sevdiğim bir kimsenin kabrine gidip o duayı okuyayım da dirilsin, demiş. Rivayete göre Hz. İsa o duayı istek sahibine öğretmiş. O da gitmiş kabrin başına okumuş kum/kalk yâ fülân demişse de değil kalkmak, toprak bile kımıldamıyormuş. Dönüp gelip sebebini Hz. İsa’ya sormuş. O da :“Evlat! Duâlar aynı, ama ağızlar değişik!” buyurmuşlar. İşte asıl mesele bu. Manevi bir çekim alanı oluşturabilirseniz, insanlara tesir edeceksiniz. Unutmayalım ki, geçmişte İslam kara Afrika’ya İslam âlimleri kanalıyla değil, Müslüman tüccarlar kanalıyla gitmiştir. Onlar sadece İslam’ın edebiyatını yapmıyorlardı. Ama pekâlâ, bildiklerini yaşıyorlardı. Çünkü onlar, İslam peygamberinin: “Siz bildiklerinizle amel ederseniz, Allah size bilmediklerinizi öğretir” buyruğunun idrakinde idiler. Onlarda lisanlar değil, lisân-ı haller konuşuyordu. Gerçek değişim: Dil/kâl Müslümanlığı ile hâl Müslümanlığının sentezindedir.  İşte bu sentezi harmanlayıp yakaladığımız gün; kurtuluşumuz olacaktır. Çünkü günler insanlar arasında nöbetleşedir. Hakikatin nöbet değişimi, bizim hakikatle bütünleştiğimiz gün gerçekleşecektir..

 

Dipnotlar:

1-Bkz. el-A’râf  7/172: “Hani rabbin Adem oğlunun sırtlarından zürriyetlerini almış ve kendilerine şahit kılmıştı: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (demişti de) ‘Evet, (sen bizim Rabbimizsin) şahidiz’ demişlerdi. Kıyamet gününde “Biz bundan habersizdik” demeyesiniz diye.” (Dünyaya gelen ve gelecek olan her insanda İslam’ın mührü Rabbimiz tarafından vurulmuştur.)

2-Mevlânâ, Mesnevî, (çev. Veled İzbudak), İstanbul, 2004, IV, 128.

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.