Hatice Tekin , “Şehirler Arası“nda, Konya ve İstanbul’u öykülerine taşır...
Anadolu’nun, hem de, Konya’nın “İlk Türkçecileri” Sultan Veled’in, Ahmet Fakih’in, Şeyyad Hamza’nın altın sanat edebiyat zincirine bir “Konyalı” öykücü daha katıldı. Adı: Hatice Tekin, kitabının adı; “Şehirler Arası”...
Kitap-lık, Hece öykü, Karabatak sanat dergileri ile özellikle Konya’da yayınlanan ‘Akademik Sayfalar’da öykülerini okuyanlar için Hatice Tekin yabancı değil.
1966 doğumlu Konyalı yazar; yaşamının ilk yirmi yılını Konya’da ikinci bölüm otuz yılını İstanbul’da yaşar... “Bizim Çocuğumuz”, bizden biri. .. ‘Kadim Sülâleler’den Hacıveliler’in kızı, Özyalvaçların gelini..
“Şehirler Arası” Hatice Tekin’in ilk öykü kitabı; içinde Konya’ya dair yedi; İstanbul’a dair on öykü var; Şule Yayınları’nın öykü dizisinin 24. kitabı, 133 sayfa; hoş bir ebadı, mizanpajı var. Editörlüğünü Naime Erkovan , iç düzeni Fatma Betül Çiftçi, Kapağı Yasin Çetin yapmış.
Hatice Tekin ‘Şehirler Arası’nı, Konya halkının “Makas” dediği, Kulu’yu on km. geçince varılan ‘Mola Yeri’ni şöyle anlatır:
"Düpedüz bir yol, koskoca ovanın karnını yarıp Anadolu'nun içlerine doğru ilerliyor. Yola çıkanların kat etmek zorunda olduğu bir mesafe, ödemek zorunda olduğu bir bedel var. Konya'yı terk etmek kolay değil!
Şehirden uzaklaştıkça boz bir boşluk yutar insanı. Ya kıştır, step ayazında titriyordur topraklar. Ya da yazdır, step güneşinde sararmıştır başaklar. Uçsuz bucaksız tarlaları yeşil görmek pek zordur.
Ufuktaki bir ağacın yalnızlığını görmek can acıtır. Kendisini fark edenlere sevinçle cılız dallarını sallar. Sallarken narin yapraklarını vakitsiz kaybetmekten korkar.
Uzayıp giden yolun sonu görünür birden. Burası bir makas! Yol ayrımı. Sağ tarafta Anadolu'nun doğusu ve güneyi, sol tarafta batısı ve kuzeyi var. Yavaşlamak ve hızlıca karar vermek gerekir. "
Hatice Tekin, bugünlerde Konya’da, ‘Baba Ocağı’nda .. “Şehir Arası” öykü kitabını getirdi, imzalayıp verdi. Tekin’in kadim Konya kültürünü özümseyip yazdığı öykülerinin bir bölümünü, ay ay, Konya Akademik Sayfalar’da okumuştum ama Şehir Arası, elime aldığım ilk kitabıydı. Akşamı iple çektim; evde, bir solukla okudum; gece yarısından iki saat sonra da bitirdim. Bir gün sonra da, Hatice Tekin’in öykülerinden izlenimlerimi sıraladım.
-Hatice Tekin’in babaevi olsun, gelin gittiği Özyalvaçlar’ın evi olsun bizim mahallemizdeydi... Benim gibi “Garadakım Halk” olarak tanımlanan ailesinde Konya kültürünün nesi varsa buram buram yaşamıştı; öğrene öğrene…
-“Konya İnsanı”nı, onun yaşamını, kadim hikâyesini bilen bir hanım Hatice Tekin. Öyküleri de Konya folklorunun verilerini, deyimlerini, ‘Konyalıca Kelimeleri’ iyi, yerinde kullanıyor... Ama İstanbul’da da otuz yıllık bir yaşam var... Kitabın ikinci bölümünü oluşturan on öyküde de “İstanbul İnsanı” var.
-Pürüzsüz bir Türkçesi var, Hatice Tekin’in; kekelemiyor, tekrarlara düşmüyor, söylem yanlışları yapmıyor... Anlattığı öyküyü özümsemiş; içinde öykü kişisi olarak yaşamış bir hali var.
-Öykülerinde yapmacık; “yazar numaraları”na önem vermemiş; doğal ortamında ‘Sade İnsanımız’ı anlatıyor... Önemsiz gibi görülen, aslında ‘Yerli İnsan’ı gerçekçi dünyası içinde,abartıya kaçmadan , doğal dünyasından kesitlerle sunuyor.
-2000’lerin başlarından 2015’e kadar edebiyatımız açısından, Türk Öykücülüğü açısından Konya’ya önemli kazanımlar oldu. Açıkça söylemek gerekirse son on beş yılda Konya’nın kazandığı bayan öykücü sayısı kadar son yüzyılın bayan öykücüsü yok.
Melahat Ürkmez, Hüzeyme Yeşim Koçak, Fatma Şeref Polat, Nezahat Bekleyiciler, Sahura Yağmur Arıcan peşpeşe bu son on beş yılda özgün eserler verdiler. Edebiyatta da Konya olarak önemsememizi sağladılar... İşte, şimdi bunlara Hatice Tekin de katıldı. Gerçekten onur duyuyoruz, seviniyoruz... Konya’da sanat da Konya’nın geçmişi kadar görkemli olmalı... Çünkü Türklerin İlk Başkenti.
Geçtiğimiz hafta Hatice Tekin’i, usta hanım yazarlarımızdan Melahat Ürkmez’le tanıştırdım, birbirine kitaplarını imzaladılar. Fatma Şeref Polat, Hüzeyme Yeşim Koçak, Sahura Yağmur Arıcan Konya’da yoktu; olsalardı onlarla da tanıştıracaktım; adlarına imzalanan kitaplar kendilerini bekliyor.
Hatice Ebrar Akbulut da, Milli Gazete’deki “Öykü Güncesi” köşesinde, Hatice Tekin ve kitabı “Şehir Arası”nı enine boyuna değerlendiriyor, yazısını şöyle bağlıyor:
“Öykü hızla akan hayatın anlarını yakalayabilmek, onların kaydını tutabilmektir. Hatice Tekin de öykülerinde bunu yapmış, hayatından akıp giden izlenimleri öyküleri aracılığıyla okurlarıyla paylaşmış. Sade bir dil kullanmış. Üslup kaygısına çok düşmemiş, samimiyeti ve içtenliği öncelemiş. Hatice Tekin ev hanımıdır. Bu sebeple Şehirler Arası kitabı daha değerli oluyor. Nice okul bitirmişlerin okuma ve kitap sevgisinden uzak oluşlarını görünce okumanın, kitap ile bağın bir aşk işi olduğunu, diploma işi olmadığını anlıyoruz. Kitap bittikten sonra yazarın biyografisine baktım. Genç kalem saptamasını yaptığım Hatice Tekin'in aslında görmüş, geçirmiş olgun bir kalem olduğunu öğrendim. Öykü duygulara dokunan yanı ağır basan bir tür olduğundan Tekin'in duygularımıza bu kadar yakından dokunuyor olması, öykülerinde kullandığı dili sanırım beni bu düşünceye sevk etti. Şule Yayınları'ndan yeni çıkan Şehirler Arası toplam on yedi öyküden oluşuyor. Şehirler Arası, okurlarını şehirlerarası gezintiye çıkardığı gibi bir arayışa da sürüklüyor.
“ARPA UNU ÇORBASI” İLE “FİRAVUN SOFRASI”
“İki cihan güneşi” Sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafâ hediye almasını, hediye vermesini çok severmiş... Evdeki kadınlar gelen hediyeyi hemen ihtiyaç sahibi evlere gönderirlermiş...
Bir gün, gelen hediyeler içinde Peygamberimiz Hz. Muhammed’in çok sevdiği, fakru zaruretten dolayı da yiyemediği bir yemek varmış....
Kızı Hz.Fâtımâ; ‘’- Bu yemeği babam çok sever, aylardır da yemedi. Ben bunu göndermiyorum; akşam babamın sofrasına koyacağım’’ der.. Kadınlar rica ederler; ‘’- Yapma Fâtımâ , baban çok sinirlenir, bunu da hediye olarak neresi münasipse gönder’’ derler… Fâtımâ; ‘’-Göndermeyeceğim babam bana kızmaz’’ der... Gerçekten de Sevgili Peygamber, Fâtımâ’yı çok çok severmiş.
Akşam, Hz.Peygamber’in sofrasında iki yiyecek vardır; birisi her gün içtiği “arpa unundan çorba” ; ikincisi de o gün hediye gelen güzel yemek…
Sofrada iki çeşit yemeği gören Hz. Peygamber’in mübarek yüzü ateş rengini alır; kızdığı zaman kötü söz söylemez yüzü kıpkırmızı olurmuş.
Fâtımâ’ya seslenir: “ – Kaldır Fâtımâ bunları; soframız Firavun Sofrası’na benzemiş..”
Fâtımâ; “- Sevgili Babam” der, “ – Gelen hediyeleri münasip yerlere yolladım, bir bunu alıkoydum. Siz çok seversiniz, çoktandır da yemediniz diye sofranıza koydum” der.
“İki Cihan Güneşi” öfkeden kıpkırmızı, ikinci defa daha yüksek sesle söyler: “- Kaldır Fâtımâ, soframız firavun sofrasına benzemiş”...
O gün, Peygamberimiz o kadar üzgündür ki ; “ arpa unundan çorbayı” da yemeden sofradan kalkar…
BENİM NOTUM:
1-) Akşama kadar canı neye çekmişse, karıncalar gibi evine taşıyan, iftarda sayılamayacak kadar nimetin başına oturan; sahura kadar da çetnevirdi, çaydı, meyveydi yiyerek oturan, sahur yemeğini yiyip öğleyin uyananlar bu yazdığımız için ne derler acaba?
2-) Kişi başı elli liralık “menülerin” başına çevresini toplayıp meşhur lokantalarda, beş yıldızlı otellerde haşmetini gösterenler bu yazdıklarımız için ne derler acaba?
3-) Elli kiloluk bir çuval un parasına, kişi başı iftar düzenleyenler bu yazdıklarımıza ne derler acaba?