1993’ün soğuk bir pazar sabahıydı...
Bir süre evde oyalanmış, sonra gazeteye gelmiştim.
Öğle saatleriydi, telefonum çaldı.
Santral, Ankara’dan Işık Kansu’nun aradığını söyledi.
Işık’ın sesi titriyordu:
“Ağabey, Uğur Mumcu’nun arabası havaya uçuruldu... Uğur Ağabey’i kaybettik...”
Bir süre elimde kaldı telefonun ahizesi...
Kendime gelemedim...
Birkaç saat sonra karayoluyla Ankara’ya hareket ettim...
Bolu Dağı’ndan geçerken kar bastırmıştı...
Akşam saatlerinde başkente geldim...
Cüneyt Arcayürek, Özgen Acar ve ben, yetkililerle iki saati aşkın konuştuk.
Dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin şöyle dedi:
“Eğer Mumcu’yu öldüren Türkiye içinde bir örgütse üç-dört gün içinde çözeriz...”
Uğur’un katledildiği yerde tüm kanıtlar ortadan kaldırılmıştı.
21 Ekim 1998...
Bir sonbahar sabahı...
Ahmet Taner Kışlalı’nın kalleş bir tuzakla öldürüldüğü haberini aldık gazetede...
Aynı gün karayoluyla Ankara’ya hareket ettim...
Evinin sokağı jandarma denetimindeydi.
Aynı gün öğrendim ki, Kışlalı bombalandıktan sonra, yerdeki kan izleri jandarma tarafından yıkanmış, kayıtlara da şöyle geçmişti:
“Yerlerin ve otomobilin yıkanması nedeniyle kanıtların büyük bir bölümü kaybolmuştur.”
Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı cinayetinin kanıtları neden kaybedilmişti?
Bu soruyu yıllardır sorarım kendime!
Bu soruyla birlikte on tutuklunun öldürüldüğü Ulucanlar katliamı gelir aklıma...
Çünkü o katliamda da kamera görüntülerinin kaybedildiği bir açıklamayla duyurulmuştu kamuoyuna.
***
İki gün önce, arşivimi düzenlerken Can Dündar’ın bir yazısını buldum.
Can’ın yazısının başlığı şöyleydi:
“Biz unutmadık!”
Ne zaman yazdığını anımsamıyorum, tarih koymayı unutmuşum...
Yazıyı bir kez daha okudum...
Sonra Hrant Dink cinayetini kitaplaştırdığı için 20 yıl hapis cezasıyla yargılanan Nedim Şener’in sözlerini not aldım:
“Hrant Dink cinayetinde gizli değil, gizlenen belge var...”
Hrant Dink göz göre göre öldürülmüştü!
Asker ve sivil istihbarat birimleri Dink’in öldürüleceğini biliyorlardı...
Aynı birimler Uğur Mumcu’nun, Kışlalı’nın öldürüleceğini önceden biliyorlar mıydı?
Susurluk çetesi ortalığa döküldüğünde yaşananları unutmamıştık!
Kutlu Savaş’ın raporu gazetedeki odamın kitaplığında duruyor, 1994 yılında hazırlanan TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu’nun kitapçığı gibi...
Kışla’nın otomobilini yıkayan jandarma biriminin başında o albay vardı... Ulucanlar operasyonunun başında da aynı albay...
Trabzon’da planlandığı açıklığa kavuşan Hrant Dink cinayetinin öncesinde yine o albay var...
Kanıtların kaybolmasında baş etken olan o albay, Can Dündar’ın deyişiyle marifetli bir el mi acaba?
Dönemin Trabzon İl Jandarma Komutanı albay, Ahmet Taner Kışlalı cinayetinde ve Ulucanlar katliamında kanıtları yok ediyor; Hrant Dink katliamında istihbarat bilgilerini sümen altı ediyor.
Albay, mahkemede yargıcın sorularına yanıt veriyor:
“Hatırlamıyorum!”
***
Demokratik bir hukuk devletinde hesap sorulur!
Biz ne 12 Eylül 1980’in hesabını sorduk ne de 1990’da başlayan faili meçhul cinayetlerin hesabını?
Unutkan bir toplumuz!
Milliyet muhabiri Nedim Şener, Hrant Dink cinayetini kitaplaştırdığı için 20 yıl hapisle yargılanıyor bugün!
Nedim, bir cinayeti aydınlatmak için bazı belgeleri açıklıyor.
Belgeler gizli değil, gizlenen önemli bulgular...
Son yirmi yıla dönüp bakarsak Uğur Mumcu’dan Musa Anter’e değin uzanan cinayetlerde belgelerin değil, bulguların gizlendiğini görürüz.
Hrant Dink cinayeti ve Malatya katliamı da öyle!
Madımak Oteli’nde cayır cayır yakılarak öldürülen aydınlarımız, yazarlarımız ve sanatçılarımız da...
Acılarla ve hüzünlerle iç içe yaşayıp gidiyoruz!
İçimiz titreyerek!..
Hikmet çetinkaya - Cumhuriyet