Hayata anlam katan şey nedir?
“Ölümü de dirimi de yaratan Yüce Allah’tır.” (Mülk, 2). Yüce Allah’ın en güzel isimleri arasında yer alan muhyî, “diri, canlı olmak ve yaşamak” anlamındaki ‘hayat’ kökünden türemiş bir sıfat olup “yaşatan ve dirilten” demektir. “Ölmek” manasına gelen ‘mevt’ kökünden türeyen “mümît” ise, “canlının hayatına son veren, ölümünü gerçekleştiren” anlamını taşır.
Görüldüğü gibi yukarıdaki ayette önce ölüm sonra da hayat zikredilmektedir. Bir Müslüman için, dünya hayatı hayırlı faaliyetler alanı, ölüm ise bu faaliyetlerin karşılığının verileceği ebedî varlık sahnesine geçişi sağlayan dönüm noktasıdır.
Niçin önce hayat değil de ölüm başa alınmıştır?
Aslında hayata anlam katan, hayatı yaşanılır kılan ölüm duygusudur. Ölüm olgusunu içselleştiren bir birey, hayatını disipline eder, amaçlı yaşar. Ölüm, insan hayatına anlam katar, insanda sorumluluk duygusunu canlı tutmak suretiyle ahlâki gelişime büyük katkı sağlar. Dolayısıyla ölüm olgusuna tasavvuf geleneğimizde; sevgiliye kavuşma, ten kafesinden kurtuluş, mekân değiştirme, sırlanma gibi anlamların yüklenmiş olması, ölüm korkusunu yenmekle kalmaz, ölüm düşüncesinin insan psikolojisi üzerinde yıkıcı etkisini de asgari düzeye indirir.
Diğer taraftan âhiret inancı ve ölüm duygusu, ‘Allah’a rağmenliği’ besleyen duyguların etkisinde gelişen negatif dünyevîleşmeyi aşmada, insana yardımcı olur. Ebedîlik düşüncesinin buraya, şimdi’ye değil, “öte”ye ait olduğunu insan bilincinde sürekli yaşatır. Bu inanç, insan yaşamını altüst edecek acı ve ıstırapları, gönül huzuruna çevirir, insanı kendisiyle, çevresi ve toplumuyla barışık hale getirir.
Güçlü âhiret inancı ve ölüm duygusu, yüce hedeflere ulaşmayı arzu eden insana, yaşama sevinci kazandırmakla kalmaz, hayatında karşılaşabileceği tüm olumsuzluklara karşı, direnme gücüne kuvvet katar.
Yaşadığımız modern zamanlarda her türlü ahlâki ilkeleri ve toplumsal kuralları bir bariyer olarak algılayan; çalışmayan, üretmeyen sadece eğlenceye ve cinsel yaşama odaklan hedonist ve nihilist yaşam tarzları, felsefi bir anlayış olarak "ölümden kaçış” üzerine kuruludur. İnsan neden maddi hazlara bu kadar müptela olur da insani değerleri hiçe sayar? Çünkü ölüm olgusu, onun hayatına yapıcı bir kuvvet olarak girememektedir. Zaten Batı uygarlığının temel kabullerinden biri de budur. Batı medeniyeti ölümün inkârı üzerine kuruludur. Eğer bu hayata ölüm ışık tutmuyorsa, bu hayatı aydınlatmıyorsa, bu hayat neyle aydınlatılır?
Aslında pek çok şey, hayata bakış açımızla alâkalıdır.
Siz hayatın içinde saklı olan küçük mucizeleri, detayları, sürprizleri görmeye ayarlamışsanız bilincinizi, size bir çiçeğin açışı, bir bebeğin yürüyüşü, bir kuşun ötüşü, bir kar taneciği, mevsimlerin değişmesi, gecenin gündüze inkılâp etmesi… Bütün bunlar, manevi hazlar verir. Önemli olan, insanın aşkınlığı yakalayabilmesidir. Bu da ancak insanın "kendini aşma”sıyla gerçekleşebilir. Kendini aşma, kendi benliğinin üstünde anlamlara yönelebilmek, öteyi aramak demektir. Bu kişiler için hayat biraz da "zafer" değil, "sefer"dir. İnsan özgür iradeye dayalı yaratılış gereği, bir yerden daha iyi bir yere yolculuk edebilen bir varlıktır. Zaferi önemseyen insanlar, maddi olanın peşinden koşarlar. Seferi önemseyen insanlar, manevi olanın, manevi hazzın, oluş ve tekâmülün peşinden koşarlar. İnsanı insan kılan şey, yolda olduğunun bilincinde olması, hayatı bir bütünlük duygusuyla yaşaması, maddi olanı bütünüyle elinin tersiyle itmemesi, ama asıl olanın ruhun arayışı olduğunu fark etmesidir.( Baldık, Ömer, Dr. Kemal Sayar’la “Hazcılık” Üzerine Bir Söyleşi”, Zafer Dergisi, Ağustos, 2006)