Geçtiğimiz hafta ebediyete yolcu ettiğimiz gazetemiz eski yazarı Profesör Ali Osman Koçkuzu’yu sınıf arkadaşı Prof. Dr. Hayrettin Karaman ‘Hadis müderrisi mesnevîhân kardeşim Ali Osman’ başlıklı yazısında “68 yıl hiç kesintiye uğramadan, zedelenmeden kardeşten öte bir yakınlığımız, yol ve dava arkadaşlığımız oldu” diyerek dostluklarının boyutunu anlatıyor..
İste Hayrettin Karaman’ın o yazısı:
29 Kasım 2020 Pazar günü saat 07.40’ta ilim ve irfan semamızdan bir yıldız kaydı: Ali Osman Koçkuzu.
Biz ondan bu fani dünyada mahrum kaldık, lakin ebedî âlemde, ömrünü sünnetine hizmete adadığı Sevgili Efendimiz’in (s.a.) meclisinde kavuşmak ümidimiz ve niyazımızdır.
Yıl 1952. Konya İmam-Hatip okuluna girmek istiyorum, yaş problemi var, Ankara’dan bir yazı bekliyorum, bir kenara atarlar korkusuyla postayı alan kâtibe yardım teklifinde bulunuyorum. Önüme yığınla sarı zarf bir de kütük-defter koyuyor, “bunlar, bu yıl okula giren öğrencilerin kimlik bilgileri ve resimleri, bunları kütüğe geçeceksin” diyor. Bir iki hafta bu işle meşgul oluyorum. Her haneye bir resim yapıştırıyorum, derken önüme bir resim (fotoğraf) çıkıyor, birden canım kaynıyor, zamansızlık âleminden beri tanışmışız gibi bir his hâkim oluyor, şair diyor ya:
Ezelden aşinanım ben ezelden hem-zebanımsın
Beraber ahde bağlandık ne olsan yâr-i cânımsın…
Ezeldeki tanışıklığı bu dünyada da yaşamak için bir fotoğrafının arkasına adını yazıyor ve cebime koyuyorum. Okul açılıyor, belki ilk teneffüste onu arayıp buluyorum, kalbi ısıtan bir bakış, ağabey olduğum için mahcup bir duruş… ve tanışıyoruz.
Biz okula yaşlı girdik, lisede evlendik, çoluk çocuğumuz oldu, maişet için imamlık yaptık ve Ali Osmanların mahallesinde ev kiraladık. Ailesinin bir parçası da biz olduk. Çocuklarım, onun aile efradına “dede”, “babaanne”, “hala”, “amca” diyerek büyüdüler.
68 yıl hiç kesintiye uğramadan, zedelenmeden kardeşten öte bir yakınlığımız, yol ve dava arkadaşlığımız oldu.
Onun ilmi, irfanı, güzel ahlakı, hizmeti, adanmışlığı bir yazıya değil, bir kitaba sığmaz. Oğlu ve öğrencileri onu nesillere anlatma vazifesini ifa edeceklerdir.
Buradan itibaren sözü ona bırakıyorum; bakın o nasıl yetişmiş, nasıl hem hadis müderrisi hem de mesnevî-han imiş:
İmam-Hatip Okullarının ilk zamanlarında 4+3 şeklinde bir tertiplenme vardı. Lise hükmünde olan son 3 yılda Arapça, Batı dili, Türk Edebiyatı yanında Fars dili de okutulurdu. Daha bu sınıflara gelmeden Farsça öğrenimini aklına koyan Hayreddin Karaman ağabey bir belediye başkanından: “Burada Kürt Arif var, sen ona git, sana Farsça okutsun” irşadını alınca, kitapçılık yapan rahmetlinin dükkânını boylamış. Muhlis Koner adlı bu reis, hem sülâleden ve hem de tek ciltlik, kalınca bir Mesnevî şerhi bulunan lise felsefe öğretmeniydi. Arif Etik, İplikçi Camii’nin -şimdilerde yıkılan- köşesinde kitapçı idi. Kendi ifadesiyle “üzerinde bir kabz hali vardı”. Çok öfkeli ve huzursuz bu günlerinde, Hayreddin Bey’e nasılsa “peki” demiş. Beni aileden tanımasına rağmen dükkân darlığını bahane ederek dersi tek kişiye inhisar ettirmiştir. Biz de kararlaştırdıkları Zebân-i Fârisî adlı eserden bir adet bularak Hayreddin Bey’in talebesi olduk. Arif Etik ne vermişse, o hafta o dersi bize de Hayreddin Bey okuturdu. Başka kimse var mıydı? Şimdi bunu hatırlamıyorum. Bu iş epey devam etti. Sonra okulda Farsça’ya sıra geldi. Hayreddin Bey’in tavassutu ile Arif Etik E cetvelinden küçük bir maaşla okulumuza Farsça öğretmeni oldu. Bu iş onun vefatından birkaç yıl öncesine kadar devam etti. …Önce Farsça kaldırıldı yerine Osmanlıca kondu, sonra hepsi birden kalktı. Farsça’nın mecburi olduğu yıllarda ben de Farsça okuttum. Böylece Farsçamız nispeten diri kaldı… (Onun Farsçası benimkini geçmişti. H.K.)
(Bu ders alış verişi Farsça’ya münhasır kalmadı, onun da dâhil olduğu bir grup arkadaşa, sabah namazlarından sonra okul saatine kadar olan zamanda medrese derslerini okuttum H.K.)
Bir gün Hayrettin Karaman ile Hamidullah Hoca’yı ziyaret ettik. Hoca’nın odasında biri arkalıklı, üç tabure vardı. Kendisi tabureye oturarak arkalıklı sandalyeyi bize ikram etmek istedi. Kabul etmemek için ısrarlarımız fayda vermedi. Birimiz tabure, birimiz sandalyede oturarak bir süre sohbet ettik. Hamidullah Hoca ellerini dizinin üzerinde düzgünce koymuş bir halde taburede oturuyor, sorularımıza cevap veriyordu. Sonunda hocamıza şu soruyu yönelttik, “Artık okul bitiyor. Mezuniyetten sonra nasıl bir alanda çalışmamızı tavsiye edersiniz?” Cevap çok kısa ve netti: “Ne yaparsanız yapın, yaptığınız işi en güzel bir şekilde icra edin. Şu anda talebesiniz. En önemli işiniz bugünleri değerlendirerek iyi yetişmiş bir şekilde mezun olmak olmalıdır.”
Millette eğitime, öğretime, dine istek yoksa bizim çabamız biraz daha çok olmalı. Şahsiyetli, Allah’tan korkan, işini en iyi bilen, fedakâr ve bencillikten uzak insanlar yetiştirmeliyiz. O zaman belki bizler göremesek de, daha sonrakiler iyi günler görebilir. Benim en çok hayran olduğum iki şey var: Ahde vefa ve şahsiyetli insan olarak yaşama, böyle kişilerle birlikte çalışma bahtiyarlığını elde etme. Allah’ı tanıma ve ona kulluk, insanı hürleştiren iki önemli vasıf. Öğretimde ve eğitimde taraflarda bu yoksa o zaman iyi sonuç alma imkânı azalır. Artık tek yere kulluk yerine çok yere kulluk başlar. Hürlük, yerini esarete bırakır ve mala, mülke, şöhrete, pışpışa… sayılamayacak kadar çok unsura. Bu noktaları aşmış bir cemaatin, bir iş biriminde bir araya gelmesi: İşte dünyada cennet hayatı.
Benim çocukluk ve gençlik yıllarımda kendilerini Mevlevi olarak tanıtan bazı insanların yanlış davranışları sebebiyle Hazreti Mevlana ve Mevlevilik zarar görmüştür. O günlerde bu insanların şahsında Mevleviliğe bakış pek müspet değildi. Konya’da uzun soluklu bir çalışma çerçevesinde Mesnevi’nin tamamını bir grup talebe ile okuyup bitirmek nasip oldu. Hatta büyük bir bölümü KonTV’de yayınlandı. Bizim tespitlerimize göre Hazreti Mevlana Celaleddin-i Rumi büyük bir âlim ve mutasavvıftır. Onun kendi eserlerinden sağlam bir şekilde tanınarak doğru olarak tanıtılmasını ihmal edilmemesi gereken bir görev olarak kabul ediyoruz. Ancak yıllardır yapılan Mevlana ihtifalleri ve diğer faaliyetler işin özüne pek yaklaşamamaktadır. Bizim arzu ettiğimiz husus, bu işlerle uğraşanların Allah ve Resulü’nü ve emirlerini çok iyi tanıyıp öğrenmeleri ve hayatlarında tatbik etmeleridir.”
Bizim Mesnevî derslerimizin Muhtevası: Beş yıla yaklaşan ders döneminde, muhteva zaman zaman farklılaştı. İlk zamanlar 50 beyit kadar okurken, son zamanlarda bu 175 beyte kadar çıktı. İlk zamanlarda, her beytin veya beyitler grubunun, İslâm ilimleri, tasavvuf, ahlâk ve sosyal hayatımız açısından açıklamalarını yapar, oradan bize verilen görevi anlamaya çalışırdık. Tabiî bu takdirde az beyit okunma durumu söz konusu olurdu. Ama son derslerde, yine açıklamalar bulunmakla beraber, Mesnevî’yi tamama erdirme isteği daha da ağır basmaktadır.
Akademiden emekli olmamın ardından bir talebe gibi okuma araştırma çalışmalarının yanı sıra tedrisimde ilahiyat öğrencileri ve akademisyenleri yetiştirdim. Bu kapsamda Hatip Et-Tebrizi’nin Mişkatu’l-Mesabih adlı eserinin muhtasarı, Abdürrezzak es-San’ani’nin el-Musannef’i, Tirmizi’nin hadis külliyatı, İmam Tahavi’nin Şerhu Meani’l Asar’ı ile Mevlana Celaleddin Rumi’nin Mesnevi’sinin Kur’ân-ı Kerim ve hadisler ışığında incelendiği okuma gruplarına dersler vererek cami dersleri geleneğini ihya etmeye çalışıyoruz.”
Aaah benim sevgili kardeşim, Allah da seni ebedi hayat için ihya ettiğinde şahidi olduğum ihlas ile yaptığın hizmetlerin mükâfatını katbekat ihsan eylesin!
Prof.Dr. HAYRETTİN KARAMAN (İslâm Hukuku Profesörü)
06.12.2020