Bir dönem Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın "metin yazarlığı" görevini üstlenen Aydın Ünal, adını anmadan 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün 696 sayılı kanun hükmünde kararnameye (KHK) yönelttiği eleştirilere tepki gösterdi.
"Şükürsüzlük, vefasızlık başlar; o yol, ihanete kadar gider. O makamlara kendisini kocaman ve koca yürekli bir teşkilat taşımıştır; onlara sırtını döner" diyen Ünal, "Lider, canını ortaya koyarak bir mücadele vermiştir; Lider’i tanımaz, beğenmez olur" ifadesini kullandı.
İşte o yazı;
- Vefa
Başkent Ankara çetin bir imtihan alanıdır; dikkatli olunmazsa, karanlık dehlizlerinde insanları yutar, başlarını döndürür, ayaklarını kaydırır. Gözlerimizin önünde nice temiz insan, nice koca yürekli kahraman, nice bahadır, nice Anadolu çocuğu Başkent’in ayak oyunlarına, hilelerine, desiselerine, zor imtihan sorularına yenik düşmüş, kaybetmiştir.
Kendini bilene dokunamaz Başkent Ankara… Kendini bilmeyene, haddini bilmeyene, nereden gelip nereye gittiğine dikkat etmeyene ise tuzaklar kurar. Önce perçeminden tutup en yukarıya kaldırır, sonra o en yüksekten yere bırakıverir. Başkent’in siyaset ve bürokrasi çöplüğü “ne oldum” delileriyle, “küçük dağları ben yarattım” mağrurlarıyla, elbette hainlerle, vefasızlarla doludur. Nice kudretli, nice “astığı astık, kestiği kestik” adam, hiç ölmeyecekmiş, hiç hesap vermeyecekmiş gibi acımasız, zalim, ilke ve sınır tanımadan böbürlenen nice insan Başkent Ankara’nın çöplüğünde ebediyyen unutulmuştur. Zirvelerde oksijen zehirlenmesine düçar olup başı dönen, zemine sert bir şekilde çarpıp kolu kanadı kırılan, akıl muvazenesini kaybeden nice devletlu Başkent çöplüğünde deli-divane dolaşmaktadır.
Kendini bilen siyasetçi ya da bürokrat, Başkent Ankara’da bir ayağını topraktan hiç ayırmaz.
Kendini bilmeyenin ise durumu içler acısıdır: Sabah bir makama getirilir, öğlene kadar tebrikleri kabul eder, öğlen yemeğinde, ya da öğlen namazında, o makama nasıl da “tırnaklarıyla kazıyarak” geldiğini, o makamı nasıl “hakettiğini”, aslında ne kadar “yetenekli, birikimli, tecrübeli” olduğunu, diğerlerinden ne kadar “farklı” olduğunu, Allah’ın kendisini bu vazife için görevlendirdiğini, dünyanın kendisi etrafında döndüğünü düşünmeye başlar. Hemen, öğleden sonra ise, “yerinin aslında buradan daha yüksekler olduğunu” “devletin kendisinden yeterince istifade edemediğini”, “devletin kötü yönetildiğini ve kendisine ihtiyaç duyulduğunu” vehmeder.
İşte o zaman şükürsüzlük, vefasızlık başlar; o yol, ihanete kadar gider.
O makamlara kendisini kocaman ve koca yürekli bir teşkilat taşımıştır; onlara sırtını döner.
Lider, canını ortaya koyarak bir mücadele vermiştir; Lider’i tanımaz, beğenmez olur.
“Olmasaydın olmazdık” gibi itikaden sorunlu, sapkın, boş ve manasız bir anlayışa teveccüh edecek değiliz. “Zaferin sahibi ancak Allah’tır” emrine ve kadere imanımız tamdır. O koca yürekli teşkilat ve o kahraman lider olmasaydı da olurduk; ama buralarda olmazdık. Teşkilatın o cehdi, gayreti, mücadelesi olmasaydı, bitmeyen umudu, inancı, heyecanı olmasaydı, fedakarlığı, cefakarlığı olmasaydı, hayal kırıklıklarına direnci olmasaydı; Liderimizin o dik duruşu, samimiyeti, cesareti, kararlılığı olmasaydı, yine de olurduk ama farklı yerlerde olurduk.
Hiç kuşkusuz, çok bilgili, çok yetenekli, çok tecrübelisiniz… Ama o teşkilat neferleri ve o neferlerin Başkumandanı olmasaydı, onların destansı mücadelesi olmasaydı, sizi kim farkeder, sizin bilginize, birikiminize, yeteneklerinize kim değer verirdi?
Tek başınıza hangi seçimi kazandınız? Hangi başarının altına imzanızı attınız? Hangi saldırıyı göğüslediniz? Hangi riskin altına elinize soktunuz? Kimle kavga ettiniz? En son ne zaman yumruklarınızı sıktınız?
“El bebek gül bebek” pamuklar içinde büyütüldünüz. Hep korundunuz. Hep saygı duyuldunuz. Her kavgadan kaçtığınız, her başarının üzerine atladığınız için bir şey sanıldınız.
Arkanızda sağlam bir teşkilat, sabırlı bir lider olmasaydı, Allah aşkına, siz neydiniz?
“Zaferi yenilgi yenilgi büyüten” bir teşkilat, karargahında oturmak yerine her saldırıyı en önde göğüsleyen, her taarruzda en önde koşan, sizin yapmadığınızı yapan, sizin cesaret edemediğinize cesaret eden, siz boyun eğmeye hazırken dim dik duran bir Lider olmasa, acaba, genel müdürlüğün, müsteşarlığın, başkanlığın, milletvekilliğinin, bakanlığın, cumhurbaşkanlığının hayalini dahi kurabiliyor olur muydunuz?
Lider çok sert, çok öfkeli, çok uzlaşmaz… Evet ya… Oysa sen öyle değilsin… Yapıcısın, kucaklayıcısın, anlayışlısın, uzlaşmaya hemen hazırsın… İyi de, liderdeki o öfke olmasa, Gezi’de önüne konulan o ihanet dolu talep listesini yırtıp atmasa, “mesaj alınmıştır, sandık her şey değildir” deyip alttan alsa, acaba sen şimdi burada mıydın? Bütün terör örgütleri ittifak edip saldırırken, “aman tatsızlık olmasın” deyip terör örgütlerinin suyuna gitse acaba ülken şimdi burada mıydı? Senin “Hocaefendin” maskesini indirip ülkeyi gavura peşkeş çekerken, Lider, “aman fitne olmasın” deyip canı pahasına bir mücadeleyi göze almasaydı; bütün Türkiye düşmanlarının sırtını sıvazlayan Avrupa’ya “one minute” demeseydi, acaba bir ülkeden, bir milletten, bir istiklalden söz edilebilir miydi?
Elindeki pasaportun itibarını, o koca yürekli teşkilat ve onun liderine borçlu değil misin? Kudüs sokaklarında, Ortadoğu sokaklarında “Türkiye’den geliyorum” dediğinde kucaklanman, coşkuyla karşılanman, gözyaşıyla uğurlanman, senden mi menkul, yoksa sarsılmadan dik duran o teşkilattan, o Lider’den mi?
Teşkilatın ve Lider’in kavgası olmasa, İmam Hatiplere, başörtüsüne, Kürtçe’ye özgürlük mü gelecekti? Askeri vesayet mi geriletilecekti? Bu milletin özgüveni mi yükselecekti? 15 Temmuz gecesi sokağa çıkan yürekli teşkilat, milletini meydanlara çağırıp kendisi de meydanlara inen o lider olmasa, darbe mi durdurulacaktı?
Başkent Ankara’nın siyaset ve bürokrasi çöplüğünde başları dönüp kibirlenen, kendisini bir şey zanneden, küçük dağları ben yarattım gururuyla yükseklerden tepe üstü çakılan nice meczup var.
Hepsinin de ortak yanı vefasızlık…