Fakültedeyken ekonomi dersleriyle aram hiç iyi değildi. Zaten makro iktisat dersinden de öğrencilik hayatımdaki ilk sıfırı almıştım. Belki de bu sıfırdan sonra iktisadi davranmanın ne demek olduğunu daha iyi anladım. Hoca bana notunu verirken çok iktisatlı davranmıştı!
Yine bu dönemde sosyal sınıf farklılıklarının ne kadar belirginleştiğini, sosyal adalet denen şeyin ne kadar önemli olduğunu keşfetmiştim. Okul arkadaşlarımın bazıları Galatasaraylı, Saint Josephli, Levanten ailelerin çocuklarıydı. Her biri en az bir yabancı dili ana dilleri gibi biliyor, yıl sonu tatillerinde de yurtdışına gidiyorlardı. Kütüphanesi olan bir evde dünyaya gelmişlerdi. Kitap almak için simit satma ihtiyacı duymamışlardı hiçbir zaman. Okul harcından haberdar bile değillerdi belki. Bazılarına anne ve babaları ev almışlardı okurken zorluk yaşamasınlar koğuş sistemindeki yurtlarda diye. Bu nedenle de cemaat evlerine de ihtiyaçları yoktu.
Bu “güzide çocuklar” kendileri için yaşıyorlardı. Adanmış hayatları yoktu. O yüzden çok rahattılar. Akıllarını kiraya vermek gibi bir pozisyonda değillerdi. Kendileri için, kendilerinin istediği biçimde kullanıyorlardı akıllarını. Gerçi onlar da sosyal sınıfı kendilerinden farklı olan ve cemaatlere, siyasi organizasyonlara bağlı/bağımlı olarak okul hayatlarını sürdüren muhafazakar gençler gibi travma yaşamıyor değillerdi. Ama onların travmaları fantastik, hazcı ve kendi istemleriyle oluşan travmalardı. Bunalım edebiyatını kendileri için yapıyorlardı. Bir cemaatin, bir sivil toplum örgütünün üyesi olsalar bile bunu kendilerini tatmin için gerçekleştiriyorlardı.
Peki bir ideolojiye, bir cemaate sıkı sıkıya bağlı olanların psikolojisi nasıldı? Çoğu bir davanın, bir idealin çocukları oldukları için mi bu tip cemaat tipi örgütlenmelerin içinde yer alıyorlardı.
Hayır…
Kimisi aileden uzakta nasıl ayakta durabilirim, okulu kazasız belasız nasıl bitirebilirim kaygısı ile göreceli olarak kendi evlerinden bile konforlu hayat sunan bu organizasyonların içinde yer almak zorunda kalıyordu. Şunu da belirtmek gerekiyor ki, bazıları gerçekten inanıyorlardı yeni girdikleri bu modern yapılı cemaatlerin vaazlarına. Dünyayı değiştirecek bir projenin içinde olduklarını da düşünmüyor değillerdi. Seçilmiş olmak gibi bir talihli tarafları da vardı. Hatta zamanla etkili pozisyonlara geliyorlardı. Bu konumları onların daha rahat iş bulmasını sağlayacak, hatta daha rahat kız, erkek arkadaş edinmesini kolaylaştıracak “sosyal bir ortam” bile sağlıyor, aynı zamanda onları sosyalleştiriyordu.
Bu cemaat tipi sosyalleşmenin içinden geçen çocuklara sonra neler oluyordu? Orta okul, lise yıllarından tanıdığınız, cevval, kendine güvenen Allah’tan gayrısına eğilmeyen, tek kusurları ise fakirlik olan çocuklar gidiyor yerine ezik, büzük şekilde dolaşan kişiler geliyordu. Artık onların her şeye evet diyen bir yapıları vardı. Aman gürültü patırtı çıkmasın, aman “belli olmasın” kaygılarıyla sürekli kendini gizlemeye çalışan bir psikoloji içlerine kadar sinmiş oluyordu. Aslında makam mevki olarak önemli yerlere gelmişlerdi. Hayallerine bile gelemeyecek yerleri işgal etmişler, kimi müfettiş, kimi gazeteci, kimi doktor, kimi idareci olmuştu. Ama ne yazık ki, ortaya bir irade koyacak cesaretleri yoktu.
Evet kolay okumuşlardı, kalorifer sıcağında okumuşlardı. Bu anlamda kolejli Levanten çocuklardan farkları yoktu. Aynı Levanten çocuklar gibi “duyarsız” kalmak üzere programlanmışlardı bu çocuklar.
Bu arada iktisadı öğrenmeye başlamıştım ben de okulun son yıllarında ve “Aslında her şeyin bir bedeli vardı!”. Ya zar sor okuyacaksınız kendi yağınızla kavrulacaksınız, ya da rahat okuyup bedelini ödeyeceksiniz. Kimliklerinizi, kişiliklerinizi portmantoya asıp öyle dolaşacaksınız. Levantenlerle aynı kürsüleri paylaşacaksınız!