Soğuk erken bastırdı.
Kışın ilk alâmetifarikaları görünmeye başladı…
Sararan yapraklar, bacadan tütmeye başlayan dumanlar.
Ve ben her soğuk bastırdığında, sonbahar girdiğinde çocukluğuma dönerim.
Kış hazırlıklarının yapıldığı, farklı bir telaşın yaşandığı o küçük evimizi, mahallemizi hatırlarım…
Evlerin önünde biri gelen biri giden kömür traktörlerini…
Traktörle getirilen kömürün evin bahçesine döküldüğü ve sabahtan başlayan kömür çekme işleminin gecenin geç saatlerine kadar sürdüğünü…
Hepimizin kömür karası olmuş yüzlerini…
Kömürü taşımak hususunda işten kaytaran bazılarımızın anlaşılmasın ve babamızdan azar yemeyelim diye yüzüne kara sürmesini…
Evin arkasındaki kömürlüğün sadece kömürlük olmadığını…
Babamın getirdiği kış kavunlarının ağaçtan oluşturulmuş çatıya saplarından asıldığı, çatı dolunca da samanların arasına saklandığını…
Ve olgunlaştıkça çatıdaki yerinden koparılıp soframıza getirdiğimiz, şerbet tadındaki kavunların hala unutamadığım lezzetini…
Köpeğimiz Panterin o soğuk kışlarda kömürlükteki kendine ayrılan yuvayı, yanındaki tavuk kümesini, soğuk arttıkça birbirine yaklaşıp üşümekten korunan tavukları…
Minnoş adlı kedimizin yanan sobanın hemen yanında kıvrılmasını ve o güzel mırıltılar eşliğinde uyumasını…
Yonga ile ısıtılan saç ve komşuların yardımıyla yapılan bir kış yetecek yufka günlerini, yufka yapılırken ilk çöreğe sürülen tereyağın kokusunu…
Bizim bu anı adeta bir ayinmiş gibi sabırsızlıkla bekleyişimizi…
Genellikle altına odun atmakla görevlendirildiğim kaynayan dev çamaşır kazanını ve unutamadığım o mis gibi arap sabunu kokusunu…
Mahallenin çocuklarının yukarıdan aşağıya birbirlerinin evlerine uğrayarak okula doğru yola çıkışını…
Okul yolunda oynadığımız oyunları, yaptığımız şakaları…
Muhakkak uğradığımız köşebaşındaki Bakkal Süleyman amcayı…
Okulun o büyük ihtişamlı kapısından içeriye girerken hademe Osman Amca ve Hatice Teyzenin elindeki kömür kovasıyla sınıflara kömür taşımasını, bizim onlara yardıma koşuşumuzu…
Sabahları Andımızı söylemek için adeta yarışa girdiğimizi, andımızın son mısrası olan “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözlerini coşkuyla söylediğimizi…
O gün andı söyleten çocuğun okulun en popüler çocuk olduğunu…
Yürüyüşünün bile değiştiğini, gururlandığını, onurlandığını ve sanki o anda büyüdüğünü…
Herkesin aynı gururu taşımak için o günü iple çektiğini…
Sesi güzel olan çocukların andımızdan sonra okulun o merdiven başına çıkıp türküler, şarkılar söylediğini, hatta Pele lakaplı sınıf arkadaşım –teni siyah olduğu ve köylerinin tamamının aynı tene sahip olduğu için- İsmail’in Akşehir’in en güzel oyun havalarını, dönemin en popüler şarkıları eşliğinde biz arkadaşlarının karşısında sergilediğini ve bizim bundan büyük keyif aldığımızı…
Evet her kış soğuğu içime işlemeye başladığında işte böyle çocukluğuma dönerim…
Hayatımın en güzel yılları bir film şeridi gibi gözümün önünden geçer…
Ve ben yine her sonbaharda ilkokul öğretmenim “Sarı Mustafa’sı” olurum…