“Hikmetinden sual olunmaz”; Bizim evde müthiş bir gece oturumu

Seyit Küçükbezirci

 

    Canlı namına her şeyin sızdığı saatler. Canlı namına ne varsa başını sokmuş kendince uygun bir yere.

   Ak Camii’nin oraların üstünde “Mai ve siyah” bir gece. Araplar Mezarlığı ışıklarını söndürmüş kocaman bir gemi. Yüzlerce “sefer taşı” ev; on otuzu üst üste. Gözlerine mil çekilmiş devler gibi. Sokak lambaları bezgin ve bıkkın; esneyerek bekliyorlar sabahı.

   Sabah ezanını bekliyorum. Buralarda, varlığını ancak çevresindekini “ümmet”in bildiği; sanki gizlenmiş bir mescit var. O mescitten okunan ezan ruhu sakinleştiriyor… Çok yaşamışlığım var.

   “Makam dersleri” almamış; “gönül”ün derinliklerinden gelen, tabii, “inanmış” bir ses yaşlı sesten “Ezan”. Mahsun, içli; “İlahi gerçek”ten başka her şeye kayıtsız.

   Fırtına öncelerinin yoğun sessizliği gibi. Tan yerinde belirecek “aydınlık ipliği”ni, üfürülecek dünya “Sur”unu bekler gibi.

   Bir kızılca kıyamet koptu evin kitaplığından. On ses, otuz ses, otuz bin ses sanki boğaz boğaza.

KİTAPLARDAN ÇIKIP ATLAMIŞLAR ORTAYA

   Şaşkınım. Dev dalgalar gibi bir korku, bir hayret yaşıyorum; saniyenin binde birlerinde.

   Halâ şakır şakır açılıyor kitaplıktaki dolap kapakları. O günkü kılıklarında, kıyafetlerinde, sûretlerinde. Kimi ayakta, kimi bağdaş kurmuş oturmuş; kimi uçtuğu yerden konmak üzere.

   Yunus Emre büyük “tevekkülü” içinde. “Dövene elsin gerek/ Sövene dilsiz gerek” diyor; sanki yalnız gibi, sanki kitaplardaki yerlerinden fırlayıp odanın ortasına yığılmış kimseler yok gibi.

   Yunus’a, Yunus’un söylediklerine hayretle acıyan bir ses. İçinden yere atlamadığı bir kitaptan; “Şahin acır mı hiç avına?” diye bağırıyor…

   Molla Kasım, Yunus’un bir kucak şiirini göğsüne bastırmış bekliyor; güneşin doğmasını. Bir su kıyısında “Yunus’u sigaya çekme niyeti” ile sermest…

“ÖKÜZDEN DE BETERSİN; GÖRMÜYOR MUSUN?”

   Hüsameddin Çelebi’nin elinde Divân-ı Kebir’in 3. cildi. Kime, kimlere seslendiğini ancak muhatapları bilir. “Öküzden de betersin, görmüyor musun? Felek seni döndürüp durmak için boynuna övendireyi vurmuş gitmiş”...

   Sonra “Mecalis-i Seb’a” dan , “Yedinci Meclis”ten bir bölüm. “Saman çöpü gibi her yelden titrersin. Dağ bile olsan bir saman çöpüne değmezsin”

   Kaygusuz Abdal, kuru su kabağından “keşkül”ü önünde. Kayıtsız, kaygısız; saçı, kaşı kazınmış; “Şattiye”lerinden birini okuyor; “divâne” gülümsemeleri içinde.

   “Leylek guduk doğurmuş

    Zurna çalar ovada

    Balık kavağa çıkmış

    Zivt turşusun kurmağa

    Bir sinek bir devenin

    Tepmiş, oyluğun ezmiş

    Bir budunu götürmüş

    Dönüp ister kaçmağa

   Kitapların içindeki sığınıklarından atlayıp atlayıp inenler, çığlık çığlığa yüklenirler Kaygusuz Abdal’a; “Sırası mı şimdi, Divâne Cavlak; sırası mı?”

   Kazak Abdal kendi sevdasında. “Bir serçenin kanadın/Kırk kağnıya yüklettim”

   Hüsameddin Çelebi’nin sesi baskın… “Mecâlis-i Seb’a”dan, “Birinci Meclis”ten: “Yoksulun gönlünü kebab edip yiyen zalim! İyice dikkat edersen görürsün ki, kendi budunu kızartıp yemedesin”

“YEMEK BULDUĞUNDA GİZLİCE YEMEYECEKSİN”

   Sızma civa madenlerinin dehlizlerinden sürünerek çıkartılmış “zincifre”in tarif edilemez dumansız ateş rengi ile boyanmış pelerinine sarınmış Hitit prensi Kantalizzi hiç söze girememişti; “söz kıyametleri” koparken. “Dinlemek zorundasınız beni. Sizin daha esâmeniz okunmazken, 3300 yıl önce buralarda benim fermanım okunuyordu” diyor. Sonra susuyor; Yunus’a Kaygusuz Abdal’a, Hüsamettin Çelebi’ye tek tek bakıyor; tane tane söylüyor: “Yemek bulduğunda gizlice yemeyeceksin.. Su bulduğunda gizlice içmeyeceksin” “Ne anladıysanız ”

   Ömer Hayyam, Rindliğin kaygısız ufuklarında. Yangının içinde hasırı yok.

   “Biz gittikten sonra cihan, aynı cihan

   Kalmaz bizden bu yerde, hiç, nam ve şan

   Biz gelmeden evvel nesi eksikti Onun?

   Bizsiz de devam eyleyecektir, Devrân?

   “Baka keyfine sen, görüldü her iş dünden.

   Yani, seni, talih yere sermiş dünden

   Hiçbir şeyi dert etme ki, yokken haberin

   Hâkim, yarının hükmünü vermiş dünden”

   Sekizinci üst rafında sararmış bir kitaptan bir itiraz; “esas”a dair. “Geçti Bor’un pazarı, Sür eşeğini Niğde’ye”

“PİŞMİŞ AŞA SOĞUK SU”DA NAMDAR RAHMİ’DEN

   Avaz avaz okuyor şiirini Namdar Rahmi. Hâzirun “taaccüb” içinde.

   “Tatar ağası gibi dolaşma böyle yaya

   Eloğluna baksana, ne ar kalmış ne hayâ

   Sen de bir dayı bulup, sırtını ona daya

   O ne derse “huuu” diye salla hemen başını

   El oğuştur, gerdan kır, al gitsin maaşını”

   “Kör Dayıya “şehlâ” de, incitme düztabanı

   Düşküne nasihat ver, kodaman abanı

   Zengin ol, sende aşır her dağdan arabanı

   Tekerine taş korlar, sallamazsan başını

   Uslu otur, hoş geçin, al gitsin maaşını

   Nef’i, Heccav Eşref, Can Yücel, “Nurol” diye bağırıyorlar; kitaplığın üstündeki tünedikleri yerden.

   Atilla İlhan, kasketi iyice bastırılmış başına. “Seyit haklı” diyor; “İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur/ Tutsak ustura ağzında yaşamaktan” diyor.

   Araplar, Evlerucu’ndan Alatlı’nın Deli Ali bağrıyor: “Usta! Sert içkiler gibiydin. Ne oldu?”

   Akif Paşa İlkokulu’ndan arkadaşım Horoz Teyfik çoktan sır olmuştu.. Baktım, duvarda asılı resmimizin içinden bağırıyor: “Aloo!”

   Bâyezidi Bestami, Nesimi’ye dönüyor; “Sen niçin susuyorsun?” diyor. Nesimi, sırtına vurmuş yüzülmüş derisini. “Anlayamayacak olana anlatmak boşuna” diyor.

   Yalçın Dikilitaş, kitaplaşmasını göremediği taşlamalarının üstüne oturmuş; bin bir gazete küpürünü sandalye yaparak. “Zindan Kale’den öte, Tatar Mahalleleri, bir kız var, japone kollu” derken Nevzat Küçükerdoğan “Onu boşver, dinle şunu” diyor, okumaya başlıyor: “Köfte ve Ekmek” şiirini.

   “Çeşitlerimiz bu kadar beyim

   Yerseniz

   Bugüne kadar sıkmışız dişimizi

   Sıkacağımız kadar

   Sanki dünya yıkılmış da

   Biz altında kalmışız

   Boşa sarfetmişiz bunca çaba, bunca emek

   Ve de boşa çekmişiz kürek

   Bundan sonra Mirim

   Ne kadar ekmek

   O kadar köfte”

YAZAR KISMI HEP SİZİ YAZMAYA MECBUR MU?

   Yanlış bir şey var. Sanki “yazar” hep başkalarını yazmaya mecbur. Başkaları için döğüşecek, başkaları için yol gösterecek, başkaları için isteyecek; başkaları için sevinecek, başkaları için kahrolacak. “Yazar”, sanki insanüstü bir şey.

   Okuru için on kez söz açarsa, bir kez de kendinden söz açacak. Bu onun hakkı. “Platonik aşk” aşığın işine yarar mı?

   Atilla İlhan “Ya benim kahrım?” diye sorar.

   Karanlığın en koyulaştığı an, şafak söker. Tan yerinde “ışıktan bir iplik” belirir. O sokağın müminlerinden başka kimsenin bilmediği Mescitte “Ezan” okunmak üzere. “Mâlum oluyor” ; içinden fırladıkları kitaplara doğru uçuşuyor Yunus, Hüsameddin Çelebi, Kaygusuz Abdal, Namdar Rahmi, Hitit prensi Kantalizzi, Ömer Hayam, Yalçın Dikilitaş, Nevzat Küçükerdoğan, Horoz Teyfik.

   “Ne yapıyorsun? Maddenin, mânanın girdaplarında isim, onlarca söz. Atıflar, imalar?” diye mi soruyorsunuz. Kendim için yazdım, bu yazıyı. “Anlamadım, anlaşılmıyor” derseniz binlerce kitap sizi bekler, Birazcık gayret…

 

 

Yorum Yap
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.