Hümanizm Cellâdına Gülümseyen Mahkûm!

yazar-34

Batı, aydınlanma-laiklik-sekülarizm sarmalında Tanrı’yı öldürürken boşalan yere bir şeyler koydu. Çünkü hem fiziki mekân, hem manevi alan boşluk kabul etmezdi. Bu süreçte efsunlayıcı etkiler kazandırılmış bazı kavramlar öne çıktı: Özgürlük, eşitlik, ilerleme, kardeşlik, barış, sevgi (özellikle insan sevgisi, hümanizm: insancılık), rasyonalizm (akılcılık) vs. Bunlar herhangi kelimeler/kavramlar olmaktan çıkarılıp felsefî boyut kazandılar ve dinin yerine ikame edildiler (dinin yerine koyuldular). Fakat hiçbir kavram ‘Dikkat edin! Ben, dinin yerine koyuluyorum.’ diye bağıramazdı ve hiçbir saptırıcı da ‘Ben şunu dinin yerine koyuyorum’ demezdi. İş insana düşüyordu, bunu fark etmesi gereken fert idi. Fark edenler çıkmakla birlikte çoğunluk uyanmadı; Batı toplumu, felsefecilerinin-edebiyatçılarının kendisine biçip diktiği elbiseyi kısa sürede benimsedi.Bu noktadan sonra bu kavramlar ihraç edilmeye başlandı. Sömürgecilik ruhuna işlemiş olan Batı, önceleri sömürgeci emelleri için Hıristiyanlığı kullanırken artık bu kavramları kullanmaya başlamıştı. Başka medeniyetlerin mensuplarının zihinleri bu kavramlarla işgal edildi; kendilerini, kendi kavramlarını üretme-geliştirme yetenekleri iğdiş edildi. Kendi geçmişlerindeki kavramlarla bu yeni edindikleri kavramlar arasında akrabalıklar aramaya ve hatta kendi kavramlarını tamamen yeni edindikleri çerçeveye oturtmaya başladılar. Kültürel işgale uğrayan ülkelerde, bu kavramlardan belki de en çok rağbet göreni ‘hümanizm’ idi. Daha çok da geleneksel kalıplara dökülüp onların içini doldurmak suretiyle karşımıza getirildi bu kavram. Artık Tanrı, muhabbetten, sevgiden ibaretti; Zül celâl (cebbar, kahhar ve mütekebbir) değildi; müntekim özelliği tatile çıkmıştı, hatta kesilip atılmıştı; İnsan için ‘Havf ve reca arasında olmak’ yoktu artık. Tanrı böyle örselendi ise hatta ‘öldü’ ise peygamber de kim oluyordu! Bir saygı sıfatını bile hak etmeyen ‘İsa’ idi, ‘Musa’ idi vs. İnsan bir başına yetkin idi ve insanı sevmek bir başına ibadet olarak yeterdi. Bize gelince… Bir dönem filozofların, ‘peygamberlerin bilgisi vehbî oysa filozoflarınki kesbîdir; dolayısıyla filozoflar peygamberlerden daha üstündür’ değerlendirmelerini çağrıştıran ‘Sevgi, bizatihi sevgi, en üstündür!’ hükmüne katılmıyor ve her hal ve şartta, insanlığın başından sonuna, beşer için, peygamberlikten üstün bir makam görmüyoruz. Peygamberlik makamından üstün ‘sevgi’ makamı diye bir makam bilmiyoruz, tanımıyoruz. Meşru sevgi ile arası ayrılabilir bir peygamberlik makamı tasavvur etmeyi kabul edilemez buluyoruz. Peygamberlerin seçilmiş insanlar olduklarını ve gerek yaratılış özellikleri ile gerekse hayatları boyunca kazanımları ile üstün olduklarını söylüyoruz. Hümanistlerin, peygamberlik makamını, ‘sevgi’ diye sınırları belirsiz, derinliği belirsiz, kapsamı ve yönelimi belirsiz bir kavramla küçük düşürmeye çalışan sözlerine asla ve asla kalbimiz ve aklımız yatışmıyor, yatışmayacak. Peygamberler göçecek ama ‘peygamberlik’ hep rehber olarak kalacaktır. Hümanizm gemisine binmeyeceğiz! Hümanizm değirmenine su taşımayacağız! Dostlarımızı da bu değirmene su taşımama konusunda, bu gemiye binmeme konusunda hassas olmaya davet ediyoruz. Sevgi bir başına kutsal değildir! Yönelimi ile kapsamı ile derinliği ile kutsal ya da süfli olur. İsteyenler Tuğçe Kazaz üzerinde örnekli düşünsünler. Kimi dostlarımız (evet biz samimiyetle dost biliyoruz), ümmetimize-medeniyetimize hep düşmanlık eden odakları sevmiyoruz diye, onlara ilanı aşk etmiyoruz diye, onlara muhabbet beslemiyoruz diye bizi dini faşistlerle bir mi telakki ediyorlar? Dînî faşistler, din kisvesi altında Allah’ın hududunu çiğneyenlerdir. Ne zamandan beri fizikî ve manevî vatanın işgaline karşı durmak, dînî faşistlerle bir anılmayı hak eder oldu. Bir yazının bütününü (‘Silleye Biraz Hıristiyan mı İskân etsek, Ne!’ başlıklı yazımız Memleket 09–9–2005) ele almadan, bütünündeki endişe saikına hiç değinmeden, mübalağa sigasıyla yapılan bir eleştiriye tutunarak, tüm kurguyu o kinaye cümlesine indirgemek hangi kardeşliğe sığar. Hem idrak bunun neresinde?Oysa biz, yenilmiş boylu boyunca yüzüstü yere düşürülmüş medeniyetin çocukları için ağlıyoruz; biz, onlar için öfkeleniyoruz. Biz, kendi çocuklarının ihanetine uğrayan, düşmanlarının da namertçe hamleleri ile yenilen medeniyetimize gözyaşı döküyoruz.İsyan ediyoruz: Niye toplanma alanı benim ülkem? Niye ortak alan olarak benim ülkem ilan ediliyor. Niye medeniyetler arası diyalog benim ülkemde oluyor? Benim topraklarım bana (İslâm’a) ait değil, ortak kültürel alan, öyle mi? ‘Hiçbir medeniyetin burada tek başına hak iddia etmesi söz konusu değil; burası medeniyetlerin harman olduğu yerdir; herkes ortaktır’ neticesine ulaşmak, hükümranlık hakkından vazgeçmek olmuyor mu? Bu şimdi, hoşgörü mü oluyor? Sözlerimizi, endişelerimizi anlamayanlara ‘Hatay-Medeniyetler Arası Buluşma’ toplantısından sonra Mutafyan’ın yaptığı açıklamaları okumalarını öneririz. Neymiş efendim: ‘Hatay büyük bir kültür merkezi olabilirmiş ve nitekim Vatikan’a, kuruluşunda Papa, Hatay’dan gitmişmiş. Vaktiyle Vatikan’a papa yetiştiren bir kültür merkezi olan Hatay, bu gün de, benzer şekilde, tüm dünyadan ziyaretçi çeken bir merkez olabilirmiş. Bu, ülke için de büyük bir gelir (kültür/inanç turizmi) kapısı olabilirmiş.’ Yeme bakın efendim, yeme…Bizden, ‘tecavüzcüsüne âşık olan kız!’ / ‘cellâdına ahmakça gülümseyen mahkûm!’ tavrını bekleyen dostlarımıza, beğeniyorlarsa kendilerinin, o tavrı gösterebileceklerini; ama bizim o tavrı göstermeyeceğimizi beyan ediyoruz. Mevlana, Yunus ve Hümanizm bağlamını da ilave ederek, devam edeceğiz inşallah.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.