Çağımızın en büyük devrimlerinden birisi iletişim alanında yaşandı. Bilgi ve sermaye onbeş dakikada bütün dünyayı dolaşıyor. Bu gelişmenin artıları olduğu gibi eksileri de vardır. Eksileri artıya çevirmek insanın elindedir. Çünkü işin başında insan faktörü vardır. Dolayısıyla günümüzde internet kanalıyla her türlü bilgiye erişmek mümkün hale gelmiştir. Enformasyon çağının en önemli aygıtlarından birisi de televizyon ve gazetelerdir. Haber ve bilgi taşımada önemli araçlardır bunlar. Elbette bu araçları kullanmak suretiyle insanımızın kalbini ve gönlünü aydınlatmak mümkün olduğu gibi, ahlâki alanda yozlaştırmaya katkıda bulunmak da mümkündür.
Arapça’da “usulsüzlük vusulsüzlüktür” şeklinde bir söz vardır. Yöntem bilmeden bir amaca erişmek zordur. O halde insanlara herhangi bir konuyu anlatırken belli bir yöntem/usul çerçevesinde konuşup yazmak gerekir. Hele bu işi bilenlerin rasgele, hazırlıksız konuşmaları çok ayıp kaçmaktadır. Özellikle kamuoyuna bilgi ve haber akışını intikal ettirmede insanımızın akıl ve kalbiyle oynadığımızın farkında olmalıyız. Ağzımızdan çıkan sözün nereye varacağı iyi hesap edilmelidir. Hani Türkçemizde güzel bir söz vardır: “Yarım hoca dinden, yarım doktor candan eder” diye. Belki doktorlar bir içtihat hatasıyla bir kişinin ölümüne sebebiyet verirler (keşke bu da olmasa) ama âlimler hatalı görüşleriyle asırlara varabilecek bir yanlışın sürmesine önayak olurlar. Onun için herkes bilmediği konularda ahkâm kesmemelidir. Sorumluluğumuzun bilincinde olmalıyız. Öyle ağzımıza her mikrofon uzatanın sorularını cevaplandırmak gibi bir lüksümüzün olmaması gerekir. Meseleyi, şuraya getirmek istiyorum. Geçenlerde ulusal bir televizyon kanalımızda ulemamız (gerçi bu unvanı kabul etmezler de, haydi akademisyenlerimiz diyelim) bid’at ve hurâfeler üzerine tartışıyorlardı. Tartışma, tam bir sağırlar diyalogunu andırıyordu. Kimin ne dediği belli değil, rastgele konuşuluyordu. Mektep-medrese görmüş koca koca insanlar, konuşma üslubundan birbirlerine nezaketle davranma üslubuna varıncaya kadar sorunlu bir görünüm arz ediyorlardı. Hâlbuki bu insanlar, bu çağın yol göstericileri idi.
Bu konuda yapılması gereken ne olmalıydı?
Anlaşıldığı gibi konu: Dinde bid’at ve hurafeler. Konu gayet açık. Önce, bid’at ve hurafe neye denir? Halkımızı bilgilendirmek için bu kavramları bir tanımlamak gerekir. Eğer eksik tanımlar olursa, saygı sınırlarını aşmadan, nezâketle tanımlar ikmal edilir. İkincisi, bid’at ve hurafeler ne zaman ortaya çıkar? Ortaya çıkış sebepleri üzerinde detaylı bir şekilde durulur. Dinin insan hayatında ne kadar önemli bir müessese olduğuna vurgu yapılır. Eğer insanımıza doğru bir şekilde din eğitimi ve öğretimi verilmezse, insanımız yaptığı işin meşrû olup olmadığını test etmek için gerekçelendirme yoluna gider. Ya dini açıdan aydınlanır ya da hurafeler yoluyla yaptığı işi meşru göstermek için tabiri caizse yeşile boyar.
Diğer taraftan, başta gelenek olmak üzere, yabancı din ve kültürlerin etkisi üzerinde durulmalıdır. Bunlar örneklerle açıklanabilir. İşin dini boyutundan siyasi boyutlarına da geçilebilir. Bizde bid’at ve hurafelerin söz konusu edildiği yıllar, ülkemizde katı pozitivizmin ilerleme ideolojisinin yoğun bir şekilde pompalandığı yıllardır. Ulemamız Batı’da esen Protestanlığın yansımalarıyla birlikte, -buna Aydınlanma düşüncesinin etkilerini de ekleyebiliriz- din terakkiye mani midir, değil midir? tartışmalarını yapıyordu. İslam dünyasında aydınlanmanın yaşanması için tevekkül-kader, bid’at ve hurafe, ayrıca, dinde reform gibi konuları tartışıyordu. Elbette bu tartışmalar içeriden doğal olarak değil, dışarıdan ya doğrudan ya da dolaylı psikolojik olarak etkilerle yaptırılıyordu. Bu televizyonda yapılan açık oturumda bir konuşmacı aslında işin bu yönüne dikkatleri çekmek istiyordu. Ama o konuya damdan düşer gibi girdiği için diğer konuşmacıların hışmına uğruyordu. Onun; “onların hurafesi, bizim hakikatimizdir” görüşü büyük anlamlar ifade ediyordu. Bunu nasıl örneklendirebilecektik? Örneğin, Abdullah Cevdet’in çıkardığı “İçtihat” dergisinin önemli yazarlarından birisi Kılıçzâde Hakkı Bey’di. Onun bir kitabı: “İtikâdı Bâtılaya İlan-ı Harb” adını taşır. Bu kitabın adından yola çıkarak çevremizdeki insanlara acaba bu kitapta nelerden bahsediliyor diye sorsak, eminim ki çoğunun cevabı halk inançları dediğimiz hurafe ve bidatlerden bahsettiğini söyleyeceklerdir. Hâlbuki durum tam tersinedir. Adam dinde reform yapılmasından bahsediyor. Abdest, gusül, namaz, oruç, tesettür, âhiret vb. gibi hem itikadi ve hem de ibadetle ilgili meselelerde reform yapılmasını savunuyor. Adam reform sözcüğüyle tasfiyeyi birbirine karıştırıyor. Hani rahmetli Erol Güngör’ün, İslam’ın Bugünkü Meseleleri adını taşıyan çok güzel bir eseri var. Bilindiği gibi Güngör Hoca, Sezai Karakoç’tan çok etkilenmiştir. Onun rahle-i tedrisinden de çokça istifade etmiştir. Bu eseri de Karakoç’un İslam’ın Dirilişi adlı eserinin bir şerhi gibidir. İşte bu eserinde Erol Hoca, “Biz de reform yapmak isteyenler, hep caminin dışındaki insanlar olmuştur. Bunlar caminin içindeki insanları yönlendirmek istemişlerdir. Bu sebeple sağduyulu halkımız reform kelimesini duyduğu zaman hiç sevmez ve reformcuları içimizde Batı’nın ajanları şeklinde tasavvur etmiştir” diyor.
Dolayısıyla onların hurafesi, yerine göre bizim hakikatimizdir. Bu konulara açıklık getirilebilir. Sonra da bid’at ve hurafelerin önüne nasıl geçilir? Sorusuna cevap aranmalıdır. Bu konuda elbette herkese düşen görevler vardır. Bu meselelere parmak basılır. Öyle ekranlara çıkıp kavga ederek meselelere çözümler getirmek İslamî bir üslup değildir. İhtilaflı görüşler değil, ittifak arzeden görüşler halkımıza sunulmalıdır. Bizim geleneğimizde bunun muhteşem örnekleri vardır. Örneğin, İmam-ı Gazâli’nin bu konularla ilgili yazmış olduğu eserinin adı: İlcâmu’l-Avâm an ‘Ilm-i Kelâm. Türkçesi, kelamî tartışmalardan halkın korunması demektir. O halde biz entelektüel tartışmalarımızı erbabı arasında yapalım, televizyon ekranlarında değil. Bizim farkımız ve yayın çizgimiz farklı oluşumuzu belgelemelidir. Amaç, sözlerimizle horoz dövüşü yaptırmak değil, halkımızı doğru bir şekilde bilgilendirmek olmalıdır.