Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin 800. doğum yıldönümü anısına Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ve Şanlı Urfa Mevlevihanesi Yaşatma ve Kültür Derneği 26–28 Ekim 2007 tarihlerinde ortaklaşa Uluslararası Mevlana ve Mevlevilik Sempozyumu düzenledi. Gerek yurt içi ve gerekse yurt dışından yüksek seviyede bir katılım oldu. İlim adamları tarafından Mevlana değişik yönleriyle ele alındı; tartışmalar ve müzakereler yapıldı.
Sempozyum esnasında bir arkadaş, bu sempozyumun konusu ‘niçin Mevlâna da, örneğin bir müfessir Kurtubî değil?, şeklinde bir soru sordu. Anlaşılıyor ki, Mevlânâ’nın gündeme getirilmesi, onu rahatsız ediyor. Gerçekten bu anlamda bir muhalif duruş da sergileniyor. Kendisine soruyoruz. Siz hiç Mevlânâ’nın eserlerini okudunuz mu? Hayır, diyor muhatabımız. Sebebi, Mevlânâ’yı nefsi emmârenin tahlil edildiği ‘kabak öyküsüyle’ özdeşleştiriyor. Kendisine, bir takım yerli ve yabancı yazarlardan isimler söylüyor ve bunları okuyup-okumadığını soruyorum. Evet, okudum, diyor. Velev ki diyorum Mevlânâ, senin için dışarıdan bu yazarlardan birisi gibi olsun, böyle düşünerek bir oku. Mevlânâ hakkında ‘önyargılı’ olma. Senin okuman-yazman var. Mevlânâ hakkında başkalarının ne dediği değil, Mevlânâ’nın ne dediği önemli, onu kendi eserlerinden tanı, diyorum.
Sohbet ederken Halep’li bir akademisyen, çok şükür Suriye’li ve Türkiye’li kardeşlerimizi buluşturan ve bütünleştiren “Mevlânâ Celaleddin’dir” dedi. Bu söz bile sempozyumun amacına ulaştığını gösteriyor.
Neden Mevlânâ? sorusuna cevap aramamız gerekiyor.
Mevlânâ, bir defa, zamanında İslamî ilimleri iyi etüt etmiş, kendi döneminin felsefi düşünce dünyasına ve toplumsal sorunlarına yabancı değil. Müderrislikten gelmesine rağmen; gönül ve tefekkürü birlikte sentezleyen bir entelektüel. Bu yargıya varmamızın örneklerini, onun; gerek şiir ve gerekse nesir dilinde bulmak mümkündür.
Mevlânâ’yı anlamak, biraz da yaşadığı dönemin sosyal, siyasal, ekonomik, toplumsal, fikrî ve iktisâdî yapısını anlamakla da alakalıdır. Bir defa o, kriz döneminin bir insanıdır. Moğollar tarafından Anadolu’nun yakılıp-yıkıldığı, insanımızda kötümserliğin bir ahlak haline geldiği bir dönemde o, bir umut, bir yaşama sevinci tohumu atıyor gönüllere. Ona göre de bir üslup geliştiriyor. Bu üslûp, çok renkli bir yapıya sahip olan Anadolu insanını sakinleştiriyor ve gönüllerde bir diriliş umudu yeşertiyor.
Her şeyden önce Mevlânâ, bir müslümandır. Bir ahlak, bir cemiyet adamıdır. Bir âlim ve bir ârif insandır. Menâkıbu’l-Ârifin’den hareketle Mevlânâ tanınmamalıdır. Günümüzde salt insancıl öğeleri öne çıkaran kendi din ve ahlak dışılığına Mevlânâ’yı âlet etmek isteyen kimselere kızıp da Mevlânâ harcanmamalıdır.
“Batı, her şeyi kendine benzetmeye çalışmaktadır.” Kendine gönüllü olarak benzemeyen kişi ve halkları üzerlerine kustuğu silahlarla zorla benzetmeye çalışıyor. Yaşadığımız dünyada olduğu gibi. Eğer bugün biz, Mevlânâ’yı kendi kimliğinden, kendi medeniyet değerlerinden ayırarak, Batı’lı sunumlarla bir Mevlânâ oluşturmaya çalışırsak, onun aziz hatırasına en büyük saygısızlığı yapmış oluruz. Mevlânâ taklitçilikle mücadele vermiştir. Onu Batı’lı stilde bir mukallit konumuna düşürmeye kimsenin hakkı yoktur. O, her şeyde orijinal arayan bir insandır. Son zamanlarda yapılan bazı törenlerde bunun belirtilerini görüyoruz. Sûfi müzik, Batı’lı kalıplar içinde, semâ gösterisi hâkeza. Bu yapılmamalıdır. Mevlânâ, seküler kalıplar içerisine oturtulmamalıdır. Farklı kültür ve medeniyet kodlarına sahip olan insanlar, Mevlânâ’yı kendi kimliği, kültürü, medeniyeti, değerleri ve dünyası içerisinde seviyorlar.
Eğer kendisi bir çekim merkezi değilse, içi boşsa, herhangi bir kimseyi topluma zorla benimsetmek için ne yaparsanız yapınız, kabul görmez. Toplum kendi vicdanında onu dışarı atar. Ama Mevlânâ, Yunus Emre gibi şahsiyetler böyle değildir. Çağın insanı, onlarda aradığı dili, yarasına merhem olduğunu buluyor.
Neo-Selefi yaklaşımlarla Mevlânâ anlaşılmaz. Mevlânâ, inanç ve davranış bütünlüğüne sahip bir müslümandır. Bu manada İslam’a bağlılığını daima dile getirir. O, salt, inancı sloganlaştırmaz, inancın kanıtlarının müminin hayatında tutum ve davranış olarak yansıtılmasını ister. Dışta olan ibadetlerin ancak, içteki imana tanıklık edebileceğini dile getirir. “Namaz, oruç gibi ibadetler, itikadın şahitleridir” diyen Mevlâna’ya göre, ihsanda bulunmak, açları doyurmak, misafir davet etmek samimi bir şekilde Allah’ı sevmenin birer delilidir. Görüldüğü gibi o, hem ibadet ve hem de sosyal hayatın her alanında ahlâkî ilkelere uygun hareket etmeyi inancın gerekleri olarak değerlendirmiştir.