Mevlânâ’ya göre her insan büyük bir âlemdir. İnsan, düşünceden ibarettir, geri kalan et ve sinirdir. Her şey insandadır. Varlıklar içerisinde, Allah’ın bütün sıfatlarına mazhar olan yegâne varlık, insandır. İnsan hem iyiliğe ve hem de kötülüğe karşı kabiliyetli yaratılmıştır. Dolayısıyla insan, sahip olduğu özgür iradesiyle yeteneklerini iyinin ve doğrunun mücadelesi yönünde kullanabilir. İnsanın genetik şifresi olan DNA’sına bu duygu yerleştirilmiştir. Çünkü iman aslî, küfür ise, arızîdir, kökeni yoktur. İnsan her an hakikate kanat açabilir. Onun iç dünyasından hiçbir zaman Allah damgasını söküp atmak mümkün değildir. İnsan, sıkıntı ve acılarla yüzleştiği zaman, insiyakî olarak iman ifşâsında bulunur.
Bu sebeple Mevlânâ, hakikate ulaşmada, “ kendisi bir definedir” diyerek, insanı, yaratılış üzerinde akıl yürütmeye çağırır. “Toprağa mensup insan Hak’tan ilim öğrendi ve o bilgi ile yedinci kat göğe kadar bütün âlemi aydınlattı” diyen Mevlânâ, insanın topraktan yaratıldığını ve Allah katından gelen ilahî bilgi ile aydınlandığını vurgular. Burada toprakta bulunan moleküllerle, insanın kimyasında bulunan moleküllerin aynı olması, insanın Allah tarafından yaratıldığını belgeleyen başka bir husustur. O halde insan, topraktan yaratıldığını bilmeli, bu ona mütevazılık kazandırmakla birlikte, salt çamur yönüyle yetinmemeli, o çamura ruhanilik katan İlahi kudreti hatırlamalı ve takdir etmelidir. Böyle bir bilgi süreci yaşayan insan elbette, beşerîlikten insanî olgunluğa erişme yolunda bir tekâmül geçirecektir. Mevlânâ’nın öğretisinden amacı da bu değil midir zaten?
Mevlânâ’ya göre insanı insan yapan fiziki güzellik ya da varlıklı olmak değil, manevî güzelliktir. O, “Eğer insan, sûretle insan olsaydı Ahmed’le Ebû Cehil eşit olurdu” görüşüyle, materyalist insan telakkisinin tutarsızlığına karşı koymuştur.
Mevlânâ’nın dediği gibi, insanda o kadar büyük bir aşk, hırs, arzu ve üzüntü vardır ki, yüz binlerce âlem kendisinin olsa, yine huzur bulmaz. Bu zevklerin, arzuların hepsi bir merdivene benzer. Merdiven basamakları oturup kalmak için elverişli değildir; üzerine basıp geçmek için yapılmıştır. O halde insan huzur ve sükûneti merdiven basamakları durumunda olan arzu ve isteklerde değil, Allah’a imanda aramalıdır. Özellikle bugün Batı dünyasında Mesnevî’nin betseller gibi satılmasının nedeni, materyalist hayat tarzının bunalttığı insanların, onun eserlerinde bulduğu ruhani yudumlardan dolayıdır. Bu sebeple bazı yerli ve yabancı terapistlerin, hastalarına Mevlânâ’nın eserlerini okutmalarının ya da eserlerden kendilerinin hastalarına bazı bölümleri okumalarının temel sebeplerinden birisi de budur. Aslında en iyi terapistler, irfan ehlidir. Kimi çevrelerin, “Efendim Batı’da Mevlânâ’ya duyulan ilgi, İslam’a değildir” demeleri, gerçekçi olamaz. “Onlar Mevlevî oluyor, Müslüman değil!” tarzındaki değerlendirmeler her türlü bilimsel kriterlerden uzaktır. Bir kısım Hıristiyan ülkelerde Mevlânâ’ya duyulan ilginin arkasında, vahdet-i vücud anlayışıyla teslis anlayışının örtüştürülmesi vardır, görüşleri de tutarlı değildir. Bu görüşlerden hareket eden çevrelerin “Tasavvuf, Hıristiyanlığın hizmetindedir” tezlerine Mevlânâ’yı örnek göstermeleri, büyük bir iftira olup, olsa olsa bu, tasavvuf aleyhtarlığının bilinç altındaki yansımalarının bir sonucudur.
Netice olarak, iyi bir Müslüman olmanın yol işaretleri, Mevlânâ’nın ‘pergel metaforu’ndadır. Eğer insanın bir ayağı şeriatta, diğer ayağı da İlâhi hakikatlere çağrı adına yetmiş iki milleti dolaşıyorsa, ayak merkezden ayrılmadığı sürece insan, bitimsiz aydınlanma kaynağına tutunduğu için yeni ve taze fikirler üretmeye devam edecektir. Bunun bizzat kanıtı, Mevlânâ’nın kendisidir. Halâ O çağdaş dünyada, yüzyıllar geçmesine rağmen bıraktığı eserlerle binlerce insanın hidâyetine/hayat bulmasına vesile olmaktadır. Gerisi lâfu güzaftır.