(Ne yazık ki filme daldım, elimden bir şey gelmiyor)
Televizyonun hayatımıza girişini anlatan Vizontele filminden bir diyalog:
- Vizonteledir hanım.
- Ne işe yarıyor?
- Dünyayı evimize getirecek.
- Sebep???
*
Küreselleşmeyi kutsayanların aklından şüphe ediyorum.
Dünyanın küçük bir köye dönüşmesi tüylerimi diken diken ediyor.
Frankfurtta, Saraybosnada, İstanbulda, Vanda, Kudüste, Baküde, Lezgizistanda, Mauritiusta hep aynı giysileri, aynı saç stillerini, aynı eğlenme biçimlerini gördüm ve bundan nefret ettim.
Mahalli unsurlar tektükleşiyor.
Teoman Duralının dediği gibi; Bütün insanları tek biçimde giyinmeye, yemeye, içmeye, yaşamaya ve düşünmeye zorluyor küreselleşme.
Renkler kayboluyor, gökkuşağı yok oluyor.
Soğuk gri bir dünyaya doğru hızla yol alıyoruz.
Bunda matah olan ne?
*
Köyümün kızları sabahın köründe kalkıp inek sağar ve gün boyu erkeklere hizmet ederlerdi.
Hizmet deyip geçmeyelim: Bir adam sigara mı yaktı? Küllük mü lazım? Küllük pat diye konulmaz önüne; tertemiz de olsa bir kere daha temizlenir. Ve su getirildiğinde, adam suyu içene kadar ayakta beklenir. Ve ayakta beklenirken eller iki yana sarkıtılmaz, önde birleştirilir. Ve büyüklerle yüksek sesle konuşulmaz...
Kurallar, evet. Sıkı kurallar. Ama kızlarımız hallerinden memnundu. Modern dünyanın hürriyet ve refah virüsü henüz girmemişti kanlarına. Sırtlarındaki ağır yüke rağmen mutlu ve huzurluydular. Müsbet bir elektrik yayarlardı etraflarına. Gözleri ışık saçar, yüzlerinden sağlık akardı. Ve Gracia Patriciaya taş çıkartan asil bir duruşları vardı. Neşeleri de asildi. Düğünlerde, derneklerde görmeliydiniz onları: Bir kraliçe nasıl eğlenirse öyle eğlenirlerdi. Örfe uyar, ölçüyü gözetir ve bundan hiç gocunmazlardı. Hayatın ritmiydi kurallar. Ara sıra yapılan tatlı muziplikler de ritmin bir parçasıydı.
Erkekler?
Sıkı kurallardan onlar da azade değildi. Yine de özgürdüler, çünkü modern dünyanın ihtiras tramvayı henüz köyümüze uğramamıştı. Yeleklerinin cepkenlerinden gümüş tabakalarını çıkarıp şöyle mükellef bir cigara sardılar mı, Phillip Morrisin aşağılık kimyasal karışımlarının bulaşmadığı tertemiz tütünün dumanını içlerine çektiler mi, üstüne bir de askerlik anısı anlattılar mı, dünyanın en mutlu insanları olurlardı.
Sonra elektrik geldi, televizyon geldi ve insanlar örfü bir yük gibi görmeye başladılar.
Küreselleşmenin öncü gücü vizontele dünyayı evlerine getirmişti. Dünya Batıydı ve Batı büyüleyiciydi. Eski hamamda eski tasla yıkanmaya devam edemezlerdi artık. İhtiras tramvayına onlar da binmeliydiler. Daha iyi bir hayat onların da hakkıydı. Elalem çılgınca eğlenirken onlar sıkıcı örfün zincirlerine bağlı kalamazlardı. Çekip gitmeliydiler; İstanbula, Parise, cehennemin dibine!
Neticede giden gitti, kalanların yüzlerinde sivilceler çıktı.
O güzelim kızlarımızın çoğu şimdi sigara üstüne sigara yakıp köy yerindeki lanetli hayata (!) mahkum oldukları için kendi kendilerini yiyip bitiriyorlar. Asaletleri, neşeleri can çekişiyor. Hülya Avşarın yerinde olmak için neler vermezlerdi!
Elektrik geldi, köyümün ışığı söndü.
*
İndian Express gazetesinin bir haberine göre Hindistanın Gucarat eyaletindeki Müslüman kesimin önde gelenleri, televizyonu müstehcen mesajlar yayınlamak ve tanrının gazabına yol açmakla suçlayarak, halka eğer depremlerin bitmesini istiyorlarsa televizyonlarını yakma çağrısında bulundu. Eyaletin önde gelen Müslüman dini liderleri ve imamlar toplu namazlar sırasında, müminlerden, en kısa sürede televizyon alıcılarını imha etmelerini istedi. Bu çağrı üzerine insanlar O sahneleri bir daha yaşamak istemiyoruz. Deprem yüzünden öleceğimize televizyonsuz yaşarız diyerek televizyonlarını sokak ortasında yakmaya başladı.
(Sabah, 13 Şubat 2001)
Hindistanı bilmem ama benim köyümü yerle bir eden depremin müsebbibi televizyondur.
Ve benim köyüm gibi daha nice köy, nice şehir, nice ülke, nice kültür, nice medeniyet helak olmanın eşiğine geldi.
Keşke Yılmaz Erdoğanın filmindeki yobaz hoca tipine kulak verip Vizonteleyi hayatımıza girdiği gün ateşe verseydik!
Radyo neyimize yetmiyordu?