İçinizde ölüp dirileniniz oldu mu?

yazar-3

Yazıya tuhaf bir cümle ile başladığımın farkındayım.

Sahi ya, içinizde bu gün (30 Ocak) hiç ölüp dirileniniz oldu mu?

Hoppala, “Ali Akgül tırlattı herhalde” diyenlerinizi duyar gibi oluyorum. Ama, tırlatmadım, ne yazdığımı da iyi biliyorum. Bakın, elimdeki hastane kayıtlarına göre, ben bu gün bir değil, 3 defa ölüp dirilmişim. Bu öyküyü yazarken yedi yıl önce yaşadığım sıcak saatlere gidiyorum. Meslek hayatımda yaşadıklarımın ayrıntılarını da ilk kez yazıya döküyorum.

***

Yıl 2000. Günlerden 30 Ocak.

Soğuk bir kış sabahı. Aynen bugünkü gibi.

Türkiye’nin çoğu kentlerinde ve Konya’daki “Hizbullah Mezar Vilları”ndan çıkarılan cesetlerin görünütüleri, gündemin yoğunluğu, haber trafiğini izlerken yorgun düşen bir beden… Bu beden Ali Akgül’e ait. Saat 08.30’du sanırım. Çalıştığım basın kurumunun İstanbul merkezinden, “Kardeşim, Kulu’da kamyon yolcu otobüsünü biçmiş, 7 Mehmetçik şehit olmuş. Ne duruyorsunuz?” uyarısı üzerine, o büronun ömründe bir tek kare bile fotoğraf çekmeyen, bir saliselik süre olsun kamera kullanmayan, özünde “42” rakamı karşıtı, pratikte bu günlerde yazılı basında ve televizyon ekranlarında bu şerefli rakamı şemsiye olarak kullanmayı iyi beceren, kendini şef ilan eden, ancak asla bir şef olamayan zat, Ali Akgül’ü ve kulakları çınlayası Erol Tokay’ı; Erol Tokay’a ait araçla kaza yerine yolladı. Bürodan çıktığımız zaman saat 9.30 civarıydı. Yolda sevgili Erol Tokay, Karayolları’ndan vefasız ve ekmeksiz tipi de araca aldı. “Besmeleleler” çekildi, yola koyulduk.

***

Amma, nasıl bir yol…

Konya-Ankara karayolunda abartısız 4-5 santimetre buz var. Tutup’ta polisler bizi salmak istemedi. Haber, fotoğraf, görüntü derken yola devam ettik. Kaza yerine geldik, teskereci 7 Mehmetçik’in cesetlerinin morga götürüldüğünü öğrendik. Enkazdan fotoğraf çekmeye başladım. Bir, 2, 3, 4 ve 5 onlarca kare fotoğraf çektim.

Bizim Erol Tokay kardeşimiz ve ona yardım edecek vefasız ve ekmeksiz tip ortada yok.

Onların görüntü çekmesi gerekiyor. Vinçler ve kaza kırım araçları enkazı temizliyor.

“Erol Tokayyyyyy, nerdesin?” diye bağırıyorum. Ama hava yine buz gibi, sıcaklık sıfırın altında 6-7 derece falan idi. Habercilikte zaten geri kaldık, fırça yenecek, bir de görüntü kaçmasa çabası. Kalbim çok hızlı çarpıyor. Amma, görüntü çekilmediği için öyle küfürler savuruyorum ki “42” rakamına gerçekte düşman, menfaati uğruna yoluna kurban olacağını söyleyen adama. Bu arada ayağım kaydı, 1.5 metreyi aşan derinliği olan şarampolün içinde kar yığınlarından kurtulmaya çabalıyorum.

Tek başına karlarla bir 2-3 dakika boğuşarak asfalta çıktım, Erol Tokay’ın aracının önünde yüzümdeki damarların hortum gibi şiştiğini hatırlıyorum. Olduğum yere yığıldım. “Erol abi, ben ölüyorum. Hakkını…” dediğimi hatırlıyorum. Gözümü açtım, Kulu Devlet Hastanesi’nde olduğumu fark ettim. Sonra ambulansla o buzlu yolda Konya Tıp Fakültesi’ne yapılan yolculuk. (Allah, kimseye o acıları yaşatmasın.)

…Ve Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil girişi…

İyi hatırlıyorum, sedyeden indirilirken sevgili dostum Bedrettin Yalçın, o günün Konya Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Uğur Özteke ve faili meçhul bir cinayete kurban giden rahmetli işadamı Ali Ergün vardı. Uğur Özteke ile göz göze geldiğimiz zaman gözlerimden dökülen yaşları unutmuyorum. (Sonra anlıyorum ki biz Kulu’da karlar içerisinde ciddi bir kalp krizi geçirmişiz. Kulu Devlet Hastanesi’ndeki genç bir doktorun doğru teşhisi, bizi hayata bağlamış.)

Derken, Selçuk Üniversitesi Acil Servisi’nde peş peşe 2 kriz yaşayan bendeniz yoğun bakım ünetisindeki üçüncü kriz ile tıp dilinde “defibre” denen şok operasyonlarıyla bir günde 3 kez ölüp dirilmişim. (Beni yaşama döndüren kimmiş biliyor musunuz? Kent merkezinde yürüyerek spor yaparken kalp krizinden ölen Antalya’nın en seçkin Yörük beylerinden Doç. Dr. Bayram Korkut hocammış. Buradan rahmetli hocamı sevgiyle ve saygıyla yad ederken ruhuna fatihalar gönderiyorum.) 

Sonra, bu yorgun bedenin et parçasına dönen kalbine yapılan by-pass operasyonları, takılan stentler. Teşhis: Kronik kalp yetmezliği. Zorunlu olarak malulen emeklilik. O zaman yaş 35.

Ben hayatımda 30 Ocak tarihini hiç sevmiyorum.

Bu durumda siz olsanız sever misiniz, bu günü veya tarihi?

Habercilikte “Kartal” olduğunuz bir dönemden malullüğe düşmenin şiddeti hala kulaklarımı sağır eder. Bu yazıyı bu noktaya kadar taşırken bile 2 adet dilaltı hap aldım.

Konya halkının, meslektaşlarımın ve Bozkırlı hemşerilerimin şunu iyi bilmesini istiyorum: Azrail’le pençeleştiğim, zorunlu olarak uyutulduğum o günlerde çalıştığım kurumdan hak ettiğim primlerimi iç eden, bir anlamda çalan sahte “42” aşığının iyi bilinmesini istiyorum. Benim tanık olduğum mesleki platformlarımızda (DHA’da, HHA’da) bizi satan; Recep Çınar, Osman Öztokmak, Zafer Varol ve Bedrettin Yalçın’ın kadrolu olarak DHA’da veya HHA’da çalışmalarını engelleyen bu yüz kızartıcı suç sabıkalısı kalemşor, bu şehri satmaz mı? Satar, satar. Ölmezsem bir gün onu da belgeleriyle yazarım. Ama bugün yazı günüm 30 Ocak olunca azıcık yazdım.

***

Evet, yine soruyorum.

İçinizde hiç ölüp dirileniniz oldu mu?

Ben derim ki, o tarafta her şeyi soruyorlar.

Ama 42 plakayı da unutmuyorlar.

Depresyon hapları ve sahte Cuma yazıları rahatlatmıyor orda…

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Çok uzun metinler, küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,Türkçe karakter kullanılmayan yorumlar onaylanmamaktadır.