Şehre bahar gelmiş, laleler dikilmiş, erguvanlar açmış. Parklar bahçeler yeşilin en güzeliyle insanların gözünün içine bakıyor adeta, ama insanlarda bir anlaşılmaz umursamazlık, bir anlaşılmaz kasvet. Adam, Alaaddin Tepesi'ne oturmuş, elinde sigara, gözleri dalıp gitmiş uzaklara. Ne etrafında uçuşan kuşların cıvıltısını duyuyor ne baharın avuçlarındaki çiçekleri görüyor. Üç günlük dünyada, üç bin yıllık borcun altına girmiş sanki... Hayat zor elbet, geçim sıkıntısı insanları boğuyor, ancak biraz da bize nasip olmayan şeylerin peşinde koşmayı bırakıp, önümüze serilen nimetlerin farkına varsak olmaz mı?
Bir dakika oturup düşünsek, bir dakika gözlerimizi yeşile bıraksak, bir dakika gönlümüzden güzel şeyler geçirsek. Dediğim gibi, bu dünya üç gün, dün geçti, bugün akşama doğru koşuyor, yarın da göz açıp kapayıncaya kadar geçiverecek. Şehri yönetenler, halı gibi alanları önümüze rengarenk sermişler, bize düşen basit yaşayıp mutlu olmak. Her istek bir külfet getirirken, hırslanıp gönlünü daraltmanın ne gereği var ki? Şu koca şehirde günler akıp giderken, en lazım olan şey, hayat takılıp kalmış bir çocuğun vitrinde gördüğü ve babasının kendisine alamadığı bir oyuncağa gözlerinin takılıp kaldığı gibi, hayatın debdebesine... Beyinler dumura uğramış, gönüller yıpratılmış, ruhlar sıkıştırılmış modern dünyanın ütopyasına... Oysa hayat gerçek kadar basit. Spor yorumcularının dediği gibi, futbol basit bir oyun, müsait zamanı kollayıp topu arkadaşına vereceksin, fırsatını bulunca da kaleye şut atacaksın. Herkes Maradona değil ki cambazlık etmeye kalksın. Yani demem o ki, yetinmeyi, sabretmeyi, kanaat etmeyi yeniden gündemimize almalıyız. Benim çocukluğumda bu şehrin insanları daha fakir ama daha mutluydu. Çünkü elindekine razıydılar ve yetinmeyi biliyordu insanlar.
Siyah beyaz resimlerde gülen güzler, bugün özçekimlerdeki sahte gülücükleri saymazsak, rengarenk fotoğraflarda asık suratlara dönüşmüş durumda. Oysa bahar bütün güzelliğiyle bağrını insanoğluna açmış, davetkar bakışlarla öylece duruyor karşımızda. Gönüllerimizde bambaşka bir mevsim var maalesef. Amerika'nın doları yükseliyor, Avrupa'nın erurosu yükseliyor benim şehrimin çiçekleri soluyor! Türk Lirasına ne oldu ki? Hamburgere, pizzaya, suşiye, kolaya koşmayı bıraksak, biraz yufka açıp, bulgur pilavına bansak, janjanlı tatil merkezlerine gitmek yerine köylerimizi hatırlasak. Organik yumurta, domates, yeşil soğan olsa sofralarımızda. Eğlencenin gürültüsünden, neşenin dinginliğine bıraksak kendimizi.
Çağlalar gibi, erikler gibi birbirimize yemyeşil duygularla baksak, nisan yağmurları gibi istiridye gönüllerde inci olmanın derdine düşsek ve güneş gibi insan seçmeden herkese yansıtsak içimizin sıcaklığını. Çoğu bölmemenin derdine düşmeden, azı paylaşmayı denesek. Çocukluğumuzun günleri gibi, parlak bir güneşle başlasa günlerimiz, akrabalarımızla komşu, komşularımızla mutlu olsak. Biliyorum bütün bunlar çok uzaklarda kaldı, bozuldu hayatın büyüsü ve mutlu olmaktan çok büyümek, büyük paralar kazanmak, zengin olmak istiyoruz. Gördük bir kere o renkli rüyayı, o yüzden çiçeklerin rengi yetmiyor artık gönlümüzü güzelleştirmeye. Modern dünyanın yırtık pantolon modası güzel geliyor ve yamalı pantolona, şalvara dönmek istemiyoruz.
Kaç kuşak geçecek bilmiyorum, zararın neresinden dönersek kardır diyecek ve kendi hakkındaki hükmü kaldırıp, yepyeni bir kadere doğru, eski rotada ilerleyecek? Ümitsiz değiliz elbet ama yine de üzülüyor insan üzgün insanları arasında.
En güzeli bir şiirin mısraları arasında kaybolmak, Ataol Behramoğlu'nda İlkbahar şiiri:
Güneş gözkapaklarımı ısıtıyor
Ah! Güvenilmez ilkbahar güneşi
Rüyada mıyım, gerçek mi bu
Hem var gibiyim, hem yok gibi
Bir güney kentinde, bir kıyı kahvesinde
Başakların sonsuz salınışı
Burada, kendimle başbaşa
Ömrümü böylece tamamlayabilirim
Bir kuşu dilinden hiç öpmedim
Belki bir gün öpebilirim
Belki bir gün rüzgâr olurum ben de
Eserim başakların üzerinden
Kalbim bir yaz gününe karışsın isterim
Bir kuş cıvıltısında doğmak için yeniden
Sevgiyle kalın