Bu haftaki yazıma Halil Cibbran’dan öğütlerle başlamak istiyorum:
Birbirinizi sevin, ama sevginin üstüne bağlayıcı anlaşmalar koymayın. Bırakın yüreklerinizin sahilleri arasında gel-git ile çalkalanan bir deniz olsun sevgi...
Birbirinizin bardağını onunla doldurun, ama aynı bardağa eğilip içmeyin. Ekmeğinizi bölüşün ama aynı lokmayı dişlemeye kalkmayın...
Şarkı söyleyin eğlenin, ama ikinizin de birer yalnız olduğunu unutmayın. Çünkü çalgıdan çıkan müzik aynı, ama nağmeleri çıkaran teller ayrıdır...
Yüreklerinizi birbirine bağlayın, ama bir ötekinin saklayıcısı olmayın. Çünkü ancak hayatın elidir yüreklerinizi saklayacak olan...
Hep yan yana olun, ama birbirinize fazla sokulmayın. Çünkü yapıları taşıyan sütunlar birbirine mesafeli durdukları için binayı ayakta tutarlar...
Unutmayın... Bir selvi ile bir meşe birbirinin gölgesinde yetişmez...
Çağın insanları dostluk kavramını tam kavrayamadı sanki. İlişki kurmamız gerekenlerden uzak dururken, hiç alakası olmayan insanlarla fazla laubali bir birlikteliği kurabiliyoruz. Çünkü, ilişkilerimizi akrabalıklar ya da manevi değerler üzerinden değil de ticari çıkarlar açısında ele alarak kuruyoruz. Bir partilik arkadaşlarımız, bir sezonluk dostlarımız oluyor. Oysa dostluk zamanın demlediği, yılların olgunlaştırdığı bir müessese... Üç gün önce tanıdığımız insanlara kırk yıllık hayatımızı anlatıyoruz ve sonunda anlaşılamadığımız gibi bir de olumsuz sonuçlarla uğraşmak zorunda kalabiliyoruz. Arkadaşlığın ve dostluğun bile kendi içinde barındırdığı mesafeler olması gerekirken, bizler daha adını bile koymadığımız muhataplıklarımızla içli dışlı olabiliyoruz. Bu da zamanın getirdiği bir şey, ama bizlerin kendimizi akıntıya bırakıvermemiz de gerekmiyor.
Ayrılıkları kabul etmemizin, tahammül göstermemizin yanı sıra ayrılıkları gözlemleyerek kendimizi daha güçlü bir şekilde var etmemiz, varlığımızı ve kimliğimizi belirgin bir şekilde ortaya koyarak, toplumdaki ve dünyadaki yerimizi almamız bizim buradaki konumumuzu belirlememiz lazım. Hayat farklılıklarla zenginleşirken, yerelliklerle dinamik kalır. Yerelliğini koruyamayan hiç kimse evrensel olamaz. Kimliğine sahip çıkmayan hiç kimse de toplumdaki gerçek yerini alamaz.
Başkalarının şarkısını söyleyenler ancak onların diliyle konuşmuş olur ve kendini değil, onları anlatmış olur. Kendi türkümüzü söyleyerek dünyaya bir zenginlik katmış olabilirken, kendi kimliğimizi de böylece ortaya koymuş oluruz. Renkler birbirine girince nasıl tuhaf bir şey çıkarsa ortaya, bizde başkalarının boyasına karışırsak alaca bir renk kaosu çıkmış olur ama ne onlardan olabiliriz ne de kendimiz kalabiliriz. Yeşil kendi tonlarında güzeldir ve vardır, kırmızı da mavi da sarı da öyle...
İster toplumsal kimliğimiz olsun, isterse şahsi kimliğimiz, kendi sınırlarımızda kalarak varlığımızı sürdürebiliriz. Bir kadın erkek ilişkisinde bile bir taraf fazla baskınlık kuruyorsa, orada iki kişiden söz etmek zorlaşır. Herkes tavrını, duruşunu ortaya koymalı ki orada bir şeyler yeşersin, çoğalsın, boy atsın. Annenin anne , babanın baba olduğu evlerden gerçek anlamda çocuklar yetişir ve geleceğe kendi öz güvenleriyle yürüyebilirler, yoksa kimliksiz nesiller hayat rüzgarında savrulur dururlar.
İnsanlığın mayası sevgiyle yoğrulmuştur, sevgi insanın anayurdudur. Hayat bu sevginin çizdiği yoldan çıkarsa, o zaman felaketleri beklemek gerekir. Yaşadığımız dünyayı, mensup olduğumuz ülkeyi, yaşadığımız şehri, mahalleyi, bizi sarıp sarmalayan aileyi sevmemiz ve bu değerler içinde hayat serüvenimizi sürdürmeliyiz ki, dünyanın zorluklarına göğüs gerebilelim. İçinde bulunduğumuz milletin tarihine, inancına, kültürüne, örfüne, adetine karşı kalbimizde güzel duygular besleyeli ki, o duygular bizim enerjimiz, desteğimiz, dayanağımız olsun. Hiç kökünü inkâr eden bir ağaç gördünüz mü? Göremezsiniz zira öyle bir ağaç yaşayamaz...
Bu demek değil ki tarih perest olalım, ırkçılık yapalım, kendi içimizde yaşayalım... Hayır Her şey kendi kabında kalmalı, kendi varlığı kadar düşüncemizde yer almalıdır. Abartmadan, taşırmadan gönlümüzde taşımalı gelecek yolunda bu değerlerin aydınlığından yararlanmalıdır. Zehiri ilaç yapan dozudur sözünü duymuşuzdur. Üstünde biraz düşünelim. Halil Cibran’ın yukarıdaki öğütlerini bir daha okuyalım, bir daha yorumlayalım. Bizde çok büyük değerler var, kimin söylediği belli olmayan türküler, maniler, atasözleri var. Her biri altın değerinde nasihatler içerir. Ama biz içimizdeki kuyumcuyu kovduğumuz için bu altın madenini işleyemiyoruz. Zararın neresinden dönersen kardır diyen atalarımızı dinleyerek, içimizdeki kuyumcuyu tekrar oraya oturtmalıyız ve kendi madenlerimizi önüne yığmalıyız. Eminim ki o zaman dünyaya sunabileceğimiz müthiş bir sermayemiz ortaya çıkacaktır.
Kendimizle barışalım ki, bizimle savaşanların karşısına sağlam ve dik çıkabilelim. Ve sınırlarımızı koruyabilelim.
Sevgiyle kalın
TAZİYE: Gazetemizin yazarlarından, Konya’mızın duayenlerinden ve benim özel kadim komşum, dostum, amcam değerli insan Seyit Küçükbezirci’ye Allah’tan rahmet diliyorum. Bütün sevenleriyle birlikte Konya’nın ve bizlerin başı sağ olsun.