Zor zamanlarda aydınlar nasıl bir tavır gösterir? Birkaç örnek, düşündürmeye yetecektir.
Âkif, Çanakkale’de savaş devam ederken bir önemli görevle Osmanlı Teşkilât-ı Mahsusa lideri Kuşçubaşı Eşref, Şeyh Şerif Salih el-Tunusî, Enver Paşa’nın Başyaveri Mümtaz Bey’den oluşan bir heyetle Necid Çölü’ne gider. Savaş içinde Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in her an İngilizlerle irtibatlı olarak devlete isyan etmesi ihtimaline karşı diğer Arap liderlerle devlet başkanı adına temas kurup, devlete bağlılıklarını temin edecek, “İttihad-ı İslâm” yolunda ilişkileri kuvvetlendireceklerdir. Bunun için Sultan Reşad, İbn-i Reşid ve İbn-i Suud için kıymetli hediyeler hazırlatmış, hatta hediyelerle bizzat ilgilenmiştir. Dört aylık, uzun, yorucu, çetin bir çöl yolculuğundan sonra Hicaz Demiryolu’nun el-Muazzam istasyonuna çıkarlar. El-Muazzam; azametli, büyüklerin büyüğü anlamındaki adı ile kıyas kabul etmez bir yerdir. Sam mevsiminde ölümlü bir yolculuktan ulaşılabilen yer olarak tek hücrelik bekleme odalı, tek memurun görev yaptığı, mahrumiyeti çok bir ara duraktır. İşte orada; aylar süren habersizlik ve merakı; çatlayan dudaklara erişen hayat suyu gibi gönendiren bir haberle giderirler: Çanakkale Zaferi kazanılmıştır. Düşman; donanmasını, askerini, bütün ağırlıklarını alarak çekilmiştir. İstanbul’un yürekleri titreten işgal edilme ihtimali ortadan kalkmış, İslâm âleminin umut tuttuğu Âsitane kurtulmuştur. “Vatanın şeref ve haysiyeti halâs” olmuştur. Mehmet Âkif, Kuşçubaşı’nın müjdesini derin bir duygu yükü içinde alırken, belki hayatında bir daha görülmeyen bir davranışı gösterir. Bir çoklarının dayanamayacağı olaylar karşısında sükûn ve vakarını bozmayan Âkif’in, his tufanının boşalmıştır. Koca pehlivan, Kuşçubaşı’nı kucaklar. Başını, onun omuzlarına yaslayarak hıçkıra hıçkıra, sarsıla sarsıla gözyaşları döker.. Bu, sevinç gözyaşlarıdır. O gece, ikisi de uyuyamazlar. Heyecan içindedirler. Âkif, “masum bir çocuğun safiyeti içinde, Çanakkale Destanı’nı yazmadan canını almaması için Allah’a yakarmaktadır. Hicaz yolculuğu devam ederken, yüreğinden gelen sesi kâğıda geçirir ve ancak ondan sonra “Âkif tabii hüviyetine girebilir” (Kuşçubaşı’nın hatıralarından nakleden Kutay, 42, 165–171). Ona göre, Çanakkale’de destan yazanlar, Âsım’ın neslidir. Göğüslerindeki, alınamaz keleler gibi kat kat imanları ile düşmanın cehennemi bombardımanına, saldırılarına karşı durmuşlar, namuslarını çiğnetmemişlerdir. “Medeniyet denilen hakikaten yüzsüz kahpe”nin bin bir hile-tuzak ile karşısına diktiği sürüyü ufacık bir karada yüz geri etmiştir.
Âkif, bir Necid bir Viyana; devleti, inancı, milleti için koştururken yüreği cephede çarpışan Mehmet’le aynı çarpmaktadır. Aynı dönem İstanbul’da yaşayan bir başka şair, yazar ve düşünürün kafasından geçenler ise farklıdır. O ise, Mehmetçiği kınamakta, vatanı için en aziz varlığını selsebil ederek savaşmasını uygun görmemektedir. Çünkü Çanakkale’ye saldıran “Medeniyet”tir. Mehmetçik, medeniyete karşı savaşmaktadır. Bu uygun değildir.
Daha sonra İngilizler İstanbul’u işgal ettiği zaman, İngiliz istihbaratına direniş için çalışan vatanseverleri ihbar eden bu şair Abdullah Cevdet’tir. İngiliz etnik bölücülük çabasında da görev almıştır. Yalnız ne yazık ki 1923’ten sonra bizim; iş, aş ve emekli maaşından bile mahrum bırakıp peşine hafiye taktığımız Âkif, diyarı gurbete gönüllü sürgün olarak giderken bu yerli işbirlikçiye 1927’de milletvekilliği bile teklif edilir. Bir başkası da aynı düzeyde ilginçtir. Güney Afrika’da, Alman Boerlerle savaşta (1899-1902) galip gelen sömürgeci İngilizleri tebrik eden Tevfik Fikret de aynı safta yerini alacak, 1915’te yazdığı bir şiiriyle, Birinci Dünya Savaşı sırasında “milletin çektiği ıstırap ve uğradığı felâketler karşısında tek bir mısra ile olsun onlara üzülüp iştirak etmediği” gibi, millî felâketimizi alaya alarak yüz binlerce şehit ile eğlenmeyi” tercih edecektir[1]. “Akıl ve anlayışını İngilizlere uydurduktan sonra”, eskiden millî hislerle dolu olsa bile “vicdanı da milliyet değiştiren” bir şairden başka bir şey beklenebilir miydi? (S. Nazif, 1991, 122).
Âkif, Millî Mücadele saflarında Anadolu’da gayret sarf ederken, İstanbul’dan rahatını bozmamak üzere kıpırdamayan, “yeni nişanlandığını” mazeret olarak öne süren bir dönmeye, daha sonra matbaa vb. imkânlar tahsis edilirken, millî şair hak ettiği emekli maaşını hâlâ alamamıştı. Üstelik ülkesi aleyhine tek kelime etmeden sineye çekerek..
Günümüzdekilerle bir kıyas edilse ne sonuç çıkar? Savaş dönemi tartışmalarından çok daha öne geçen kişisel tercihlerin yargılandığı bir ortamdaki tiplemeler her halde göz açıcı olacaktır. Zira ‘Garp Cephesinde değişen bir şey yok’..
(Bkz. KUTAY Cemal, 1963, Necid Çöllerinde Mehmet Âkif, Neşreden: Mustafa Unan, Tarih Yayınları Müessesesi, Millet Haftalık Siyaset, Hadise, Aktüalite Mecmuası armağanı, İstanbul.
Süleyman Nazif, 1991, Mehmed Âkif, Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, İz Yayıncılık, İstanbul).
[1] T. Fikret’in şiiri; “Sancak-ı Şerif Huzurunda” başlığını taşımaktadır. O sıralar Tarih-i Kadîm’ini yazarak inançsızlığını açıktan ilân eden şair, ithafını da şöyle yapmıştır: “Bir mücahid-i muhlis lisanından Müftiyyü’l-elenâm (Şeyhülislâm) hazretlerine ithaf olunmuştur” (S.Nazif, 1991, 122).