İlkokul çağında yaylalara göçmek bizi sevindirir; bayramı bekler gibi dört gözle baharın gelmesini beklerdik. Kar, dağların başından kalktığı zaman, hemen büyüklerimiz yollara düşer; yıkılan, yakılan yayla evlerini tamir etmeye giderlerdi. Geldiklerinde ellerinde bir demet çiğdem, yaylaların o çam, ladin, kekik kokuları üzerlerine sinmiş olur; o kokuyu yanlarına yaklaşınca hissederdik. Okullar kapanır kapanmaz düşerdik yollara. Tam altı saat yürüyerek giderdik. Önde hayvanlarımız (İnek, dana, buzağı, eşek), arkada bizler, güle oynaya çıktığımız yolun sonu yorgunlukla biterdi. İyi hatırlarım fakirlikten saman, yem alamayan köylünün inekleri, danaları bahara zor çıkar ve ite kaka yaylaya zor varırdı. O zorla yaylaya giden mallar, zorla yürüdüğü yolları tüyleri pırıl pırıl olmuş şekilde koşarak dönerlerdi. Yayladan gelen çocukların biraz daha büyüdüğünü ve elma yanaklı olduklarını yaşımız ilerledikçe anlamaya başladık. Tabiî ki belirli bir müddet sonra köyden şehre göç başlayıp köyde yaşayan insan sayısı azalınca yaylaya gidenler de yok denecek kadar azaldı. Bir müddet sonra şehir sevgisi yayla sevgisinden üste çıkınca yaylaya giden kimse kalmadı. Yaklaşık yirmi yıldır yaylaya hiç kimse göçmüyor. Ama ne zaman şehirler insanları bunaltmaya başlayınca şehirde yaşayanlarda bir yayla özlemi, yayla aşkı başladı. Birkaç yıldan beri o unutulmuş terk edilmiş yaylaya gitmek artık denize kaplıcaya gitmekten daha zevkli olduğu konuşulmaya başlandı.Geçen Cuma akşamı senede birkaç günlüğüne de olsa vakit buldukça gittiğim yaylaya gittim. Yürüyerek altı saatte gittiğimiz o yolları araçla 1 saat gibi kısa bir sürede alıyoruz. Her yaylaya gidişimde çocukluğumda yaşadığım o heyecanı duyuyorum. Günler önce götürecegim yiyecek, içecek, giyecek türü eşyaların listesini yaparak tek tek kontrol ederim. Araca yerleştirirken bir daha kontrol ederim. Çünkü, herhangi bir şeyin eksikliği bütün heyecanı yok edebilir. Mesela çayı unuttuğunuzu düşünün. Yaylaya yaklaştıkça gülümsemeye başlar dağlar, taşlar, ağaçlar, hepsi tanıdıktır sanki hoş geldin der size. Varır varmaz etrafı bir kolaçan edersiniz. O koku, o temizlik insanı tarifsiz huzur verir. Kendinize geldiğiniz zaman vakit kaybetmeden ilk iş olarak çadır kurma telaşı başlar. Tabiî ki bir yıl gitmeyince unuttuğunu fark edersin. Gecenin gelmesini hiç istemesin gece karanlık gece sessizlik gece korkudur. 2800 m rakımlı dağın başındasınız. Yalnızca siz varsınız ve bağırsanız duyan olmaz, çağırsanız gelen olmaz. Tek dostunuz, sırdaşınız dağlardır. Bir ümitsizliktir gece, yakmış olduğunuz ateşin karşısında sabahlara kadar oturmak istersiniz. Ateş ve gecenin karanlığı yorar sizi ve uykunuz gelir. Sonunda istemeyerek de olsa atarsınız kendinizi o buz gibi çadırın içine. Örtersiniz üstünüze kat kat yorganı ve battaniyeyi. Bin bir türlü şey geçer aklınızdan, ara sıra köpek seslerine kulak verirsiniz. Acaba kurt mu, köpek mi geliyor diye ürperirsiniz. Şafağa doğru, karşı dağdan çobanın sesi duyulur. İşte o zaman sabah namazı vaktidir. Buz gibi suda aldığınız abdest, tüm uykunuzu ve ağırlığınızı götürür gider. Fal taşı gibi açılır gözleriniz. Akşamdan yaktığınız ateş sönmüş, sadece külleri kalmıştır. Tekrar tutuşturursunuz ateşi. İs kokulu çaydanlığı sürersiniz ateşin üstüne. Geceki korku gitmiş her yer aydınlanmıştır. İs kokulu çayınız kaynamıştır, şehirden götürdüğün odunda pişmiş ekmeği ısıtır üzerine bir de sürdünüz mü tereyağını, tadı damağınızda kalır, yıllar geçse de unutmazsınız. Hepsinin üstüne başlar muhabbet. O günkü yapacağınız işleri planlarsınız. Karşı dağı gözünüze kestirirsiniz, düşersiniz yollara öğleyi bulur zirveye çıkmanız. Yorgun, argın dönersiniz kamp yerine ikinci gece de ilkinden pek farklı olmaz. Ertesi gün oldu mu artık dönme vakti gelmiştir. Moraliniz bozulur ayrılmak istemezsiniz, ama yapacağınız bir şey yoktur. Şehirlisiniz, en kısa zamanda dönmek isteği teselli eder sizi. Nasip Kim bilir belki seneye dostlar eşlik eder bize