Abdi İpekçi cinayetinin de Papa suikastinin de
MHP ve Ülkü Ocakları’yla en ufak bağı yok!
Doç. Dr. Said Gönen’le gündeme ilişkin bir söyleşi yaptık. Sağ-sol çatışmalarından Mehmet Ali Ağca suikastine önemli açıklamalarda bulunan Gönen, AK Parti iktidarını ve erken seçimi de değerlendirdi…
-1980’li yıllarda İstanbul’da Ülkü Ocakları Başkanlığı yaptınız. Ülkü Ocakları niçin kuruldu?
Rahmetli Başbuğumuz Alparslan Türkeş Ülkü Ocaklarını kurarken, bu milletin evlatlarının milli, manevi duygularla teçhiz edilip, yine milletin hizmetine sunmayı gaye edinmişti, Ülkü Ocaklarının gayesi budur. Kuruluşundan bu güne mantığı hep aynıdır, bu milletin evlatlarının bu milletin moral motivasyon değerlerine sahip olması ve bunun yarınlara taşınması…
-Mehmet Ali Ağca geçtiğimiz günlerde gündemi fazlaca meşgul etti, aynı zamanda bu günler Abdi İpekçi’nin de öldürülüşün yıl dönümlerine rastlıyor. Ülkü Ocakları bu olaylara nasıl bakıyor?
-Mehmet Ali Ağca ismini olay gününe kadar hiç duymadık, hiçbir gün ne ocakta gördük, ne de çevremizde gördük. Abdi İpekçi’nin o günlerde özellikle silah kaçakçıları ile ilgili dosya hazırladığı ve o dosyanın basında tartışılmak üzere yazılacağı bir dönem başlayacağı beklentisi vardı. Yakınlarının da böyle bir beyanatı var, Abdi İpekçi’nin böyle bir dosya üzerinde çalıştığı belirtiliyor. Bu tür cinayetler maalesef ülkemizde devamlı oluyor, Uğur Mumcu’nun da öldürülmeden önce PKK terör örgütü ile ilgili bir dosya hazırladığı sonradan ortaya çıktı. Onun için bir cinayeti sorgularken veya bir suikastı, bir olayı sorgularken bunun sonuçları kime yaramış, kimin işine gelmiştir, diye sorgulamak, bir soru işareti koymak gerekir, bundan sonrada bu cinayeti kimlerin yapmış ya da yaptırmış olabileceği daha kolay sorgulanır hale gelir. Sonuçları itibariyle gerek Abdi İpekçi cinayeti gerekse papa suikastı kime yaramıştır, kimler bundan faydalanmıştır, diye sorarsak buna cevap verdiğinizde hiçbir noktada Ülkücüleri bulamazsınız.
Abdi İpekçi Türkiye’deki mutedil yazarlardan birisiydi. Abdi İpekçi cinayeti Rahmetli Alparslan Türkeş’inde -benim Ülkü Ocağı başkanlığım dönemimde- bize defalarca söylediği bir şeyi ben tekrar etmek istiyorum; “Abdi İpekçi Cinayeti Türkiye’de bizi sıkıntıya sokmuştur, Papa suikastı da Türkiye Cumhuriyetini dünyada sıkıntıya sokmuştur.” Bunların ikisinin de bizim camiamızla en ufak bir ilgisi yoktur. Bu olayın bir boyutu. Ancak bir başka boyutuna da dikkatinizi çekmek isterim. Bu günlerde bu konuda sıcak gündem yaşandı, Mehmet Ali Ağca serbest bırakıldı, sonra tekrar içeriye alındı. Bu maalesef adaletin ve medyamızın içler acısı durumunu ve hükümetin basiretsiz tutumunu gözler önüne sermiştir. 27 sene bu insan ceza evinde yatmış, bunun altı yılını hücrede yatmış, cezasını tamamladı diye bırakılmış ama öyle bir yaygara koparıldı ki, milli katil aramızda, diye… Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü ile ilgili yolsuzluk davasında yargıya müdahale etti diye eleştirilen iktidardan bu defa açık bir şekilde yargıya müdahale etmesi istenmiştir ve bu baskılar sonucu iktidar da gerekli müdahaleyi yapmıştır. Ama aynı iktidar AB’den gelen baskılar sonucu topyekûn Türk Milletini karalayan ve soykırım yapmakla suçlayan Orhan Pamuk davasında görevini yapmayarak davanın düşmesini sağlamıştır. Tabiî ki bunların hiçbiri bu milletin gözünden kaçmamıştır. Abdi İpekçi cinayetinin de Papa suikastinin de MHP ve Ülkü Ocaklarıyla en ufak bir bağı yoktur.
-Geçmiş dönemlerde kendi içimizde ciddi düşmanlıklar yaşadık. Neden böyle bir tablo yaşadık?
1980 öncesine dönecek olursak, o dönemin şartlarında dünya iki kutupluydu. Birisi SSCB’nin başını çektiği doğu bloku, sistem ihracı adı altında ülkelerin ekonomisini ve imkânlarını kontrol altına almış ve yayılmacı bir politika izlemekte diğeri ise ABD’nin kaptan köşkünde oturduğu batı bloku, yani acımasız kapitalist sistem… Bir tarafta bütün acımasızlığı ile kızıl emperyalizm diğer tarafta ise güya kızıl emperyalizme karşı ülkeleri koruma perdesi altında sömürüsünü sürdüren kara emperyalizm. SSCB aynı zamanda 6 tane Türk devletini kontrolü altına almıştı. O dönem Türkiye çok stratejik bir ülkeydi ve Türkiye üzerinde de çok ciddi hesapların yapıldığı bir dönemi yaşadık. İdeolojik propagandanın etkisi altında kalan Türk evlatları oldu. Bunlar maalesef SSCB’nin istekleri doğrultusunda Türkiye’de örgütlendiler. Üniversitelerde örgütlendiler, işçilerin arasında örgütlendiler. Onların örgütlendiği her yerde vatanperver Türk çocukları da kendilerini Ülkü Ocakları’nda buldular ve bir çatışma ortamı maalesef kendiliğinden ortaya çıktı. Bu ülkede ciddi ve sistematik provokasyonlar yaşandı. İnsanlarımızın birbirlerine karşı düşmanlığının artması, ülkede kardeş kavgasının devam etmesi ve hatta bir kan davasına dönüşmesi için çok ciddi uluslar arası güçler tarafından provokasyonlar yapıldı. Bu görüşü destekleyen nedenlerin bir tanesi de hala katilleri bulunamamış faili meçhullerin olmasıdır. Hepimizin bu yaşanan acı olaylardan ders çıkarması lazım. Abdi İpekçi konusunda hassas görünen medya, keşke yine kendi meslektaşları olan İlhan Darendelioğlu, İsmail Gerçeksöz, İzmir’de tek başına on beş yıl boyunca Fedai dergisini çıkaran Kemal Fedai Çoşkuner’in katillerini de aynı şekilde takip etseydi. Bu isimleri bir defa olsun köşelerinde zikredebilselerdi. Medya, Bakan Gün Sazak’ın (Gün Sazak ki; Türkiye Cumhuriyetinin gelmiş geçmiş en dürüst bakanlarından birisiydi) kaçakçılara ve halen önlenemeyen gümrüklerdeki rüşvet olaylarına göz açtırmayan bu bakanın katillerinin ne kadar hapis yattıklarını araştırabilseydi.
Biz bu milletin evlatları olarak Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde herkesi birinci sınıf vatandaş kabul edip, her kesime aynı sevgi ve saygıyla yaklaşıp kanun önünde herkesin eşit olduğu bir yapıyı oluşturmamız lazım. Burada kastettiğim zenginle fakirin, bürokratla ya da nüfuzlu birisiyle sade vatandaşın en azından sosyal devletin bir gerekliliği olarak benzer imkân ve fırsatlara sahip olmasıdır. Yoksa bizim zafiyet göstererek boş bıraktığımız alanları dışarıdan doldururlar, bugüne kadar doldurulduğu gibi... Bugün 1980 öncesi mücadele ettiğimiz birçok arkadaşımızla karşılaşıyoruz. Ayrı dünyaların insanlarıyız diye düşündüğümüz insanların bizler kadar bu ülkeyi sevdiklerini gördük. İçlerinde mutlaka hainleri vardı ama genel olarak bizim karşımızdaki insanların çoğu samimi dürüst, Anadolu çocuklarıydı. Farklılıklar mutlaka vardı ama böyle birbirimizle düşman olacak kadar bu insanlarla farklılıklarımızın olmadığını bugün görüyoruz. O dönemde maalesef psikolojik harp şartları oluşturulmuştu. İnsanlar birbirlerini çok fazla tanıma fırsatı bulmadan, dinlemeden, bir tartışma ortamı olmadan birbirine sadece okuduğu gazeteden dolayı hatta sakalından bıyığından dolayı düşmanca tavırlar sergileyebiliyordu. Maalesef hatırlaması bile insana ıstırap veren böyle günleri yaşadık.
-Peki siyasetin ülkeyi iyi yönetebildiğine inanıyor musunuz?
Türkiye’de siyaset yapmak gerçekten zor. Bu zorluğun çeşitli sebepleri olduğunu düşünüyorum. Birkaç madde ile belirtmem gerekirse; ülkemizin kendi şartlarından doğan zorlukları var, ekonomik zorluklar, bölgesel zorluklar, stratejik konum vs... Sistemden kaynaklanan zorluklar var, mesela yasama- yürütme- yargı erkini ele aldığımızda yasamanın tamamen yürütmenin kontrolü altında olduğunu görüyoruz. Sistemin en ciddi sorunlarından birinin de bu olduğunu düşünüyorum. Yasama yürütmeyi denetlemesi gerekir ama şu anda yasama tamamen yürütmenin kontrolünde. Bakanlar Kurulu’ndan çıkan her şey geldiği gibi geçiyor. Milletvekillerinin pek fazla itiraz etme şansı yok. Gerçek demokrasilerde yasama- yürütme- yargının arasında mutlak denge vardır. Bu, sorunun sadece bir tanesi. Siyasi parti yasasının tam demokratik olmaması, bürokratik yapının demokratik parlamenter yapılarda olması gerekenden daha ağırlıklı bir konumda olması gibi zorluklar da var. Toplumun siyasetçiden beklentilerinde de sorunlar var. Ülkenin iyi ve güzel idare edilmesi yasaların çıkarılması, “daha müreffeh bir topluma nasıl geçeriz” sorusu büyük bir kesimin beklentisini oluşturuyor olabilir ama toplumun her kesiminin beklentisi bu değil. Bazılarının beklentisi çoluğunun çocuğunun tayininin yapılması, oğluna iş bulunması gibi konular. Son olarak sizin de siyasette hedefleriniz, mutlak süratte kendiniz ile ilgili bir projeksiyonunuz, vizyonunuz olması gerekir. Gerçekten idealist duygularla siyasete atılmış iseniz ülkeye ve millete olan borcunuzu ödemenin bir aracı olarak siyaset kurumunu düşünmüş iseniz burada da sorunlar oluşuyor ve Türkiye’nin reel politiğinde bütün bunların üst üste örtüşmesi her zaman mümkün olmuyor. Onun için siyaseti, hakkını vererek yapmak isteyen için gerçekten zor bir memleket hizmeti olarak ifade ediyorum ben.
Bütün bu saydığımız olumsuzlukları düzeltmesi gereken de yine siyaset kurumudur. Siyasetin sistemi değiştirmesi gerekir ama bu siyasetçinin de işine gelmiyor. Siyasi partiler yasası var, Avrupa Birliği bize bir çok dayatmada bulunuyor, bunları hepimiz görüyoruz… Şu yasanız anti demokratik, değiştirin. Şu idamı kaldırın, teröristlere af çıkarın… Kıbrıs konusunda taviz verin diyor. Meclisimiz bunların hepsini yaptı ama ne Avrupa Birliği’nden ne Amerika’dan sizin siyasi partiler yasanız anti demokratik bunu daha demokratik hale getirin, diye bir talep gelmedi, gelmez de… Gelmesini de beklememek lazım. Niye gelmez? Sadece parti genel başkanını ikna etmeleri onların daha çok işine geliyor. O zaman ne meclisi, ne bakanlar kurulunu ikna etmeleri gerekiyor, genel başkanı ikna ettiniz mi tamam. Bu arazi durum maalesef parti genel başkanlarının da işine geliyor. Çünkü mevcut yasa bu haliyle genel başkanlara sınırsız yetkiler tanıyan bir padişahlık sistemi gibi işliyor. Böyle bir yapıyı değiştirmek kimsenin işine gelmiyor, onun için sistem de değişmiyor. Zamanla bunların değişeceğine inanıyorum ben. Türkiye 20 sene önceki Türkiye değil. Türkiye demokrasi deneyimine, tek partili dönemden çok partili döneme geçtiğinden bu güne her geçen on yılda daha çok demokratikleşerek dünya ile olan entegrasyonunu sağlıyor. Bir süreç yaşanıyor, bunlar zor da olsa olacak diye düşünüyorum.
-“Türkiye ortak aklı bulmada yeterince başarılı olamıyor” görüntüsü var, bunun nedeni ne olabilir?
Partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıdır ama Türkiye Cumhuriyeti’nin,
milletin bekası için bir milli perspektifinin olması gerekir. Buralarda müşterek akılları ortaya çıkaracak yapılar yok. Siyasi partilerde olmadığı gibi sivil toplum örgütlerinde ve meslek örgütlerinde de yok. Biz müşterek aklı ortaya çıkaracak yapıları hemen hemen hiçbir toplum örgütlenmemizde kurabilmiş değiliz. Toplum olarak bunu başaramıyoruz. Bakıyorsunuz falan sivil toplum örgütünde 30 yıldır aynı insan başkan. Bu müşterek aklı ortaya çıkaracak bir yapıyı ortaya çıkarmaz, sadece o insanın başkanlığını idame ettirecek bir yapıyı devam ettirir. Bizde de bu sivil toplum örgütü var, densin diye kurulmuş örgütlerden öte gitmiyor. Mevcut yapıyı idame ettirmesi için üye ya da yönetici yapıldıkları için kongre günü işaret edildiği şekilde oy kullanmaları dışında mensuplarının da bir kıymeti harbiyesi olamıyor. Onun için gerek sivil toplum örgütlerinde gerek partilerde kollektif aklı ortaya çıkaracak yapılar olsa bu yaşanan sıkıntıların büyük bir kısmı olmaz.
-Biraz da iktidarı konuşalım, bu hükümet için neler söyleyeceksiniz, başarılı ya da başarısız olduğu konusunda…
Türk Milleti AKP’ye çok önemli bir fırsat verdi ve çok önemli bir kredi açmıştı. Bu kredi bu güne kadar çok fazla siyasi partiye nasip olmadı, Demokrat Partiye nasip oldu, bir dönem Adalet Partiye nasip oldu, Rahmetli Özal’a nasip oldu ve birde AKP’ye nasip oldu. Bu kredinin çok çabuk kullanıldığını düşünüyorum. Bu millet bu krediyi açarken geçmiş iktidarlardaki yaşadığı sorunları yaşamamak için, temiz siyaset, temiz toplum istiyordu. Sayın Başbakan’ın o zaman söylediği 3 Y (yasaklar, yolsuzluk, yoksulluk) formülü vardı. AKP’nin iktidara bu kadar güçlü gelmesinde çok da etkili olmuştu. Şimdi bakalım yasaklar ne âlemde? Toplumun ekser çoğunluğunun kaldırılmasını beklediği yasaklar olduğu gibi duruyor, Hatta hem şiddetlendiğini hem de artık halkın bu konuda umudunun tamamen kaybolduğunu da söyleyebiliriz. Başörtüsü konusunda en küçük bir adım atılamadı, aksine Türkiye öyle bir noktaya sürüklendi ki Sayın Başbakan’ın danışmanı olan bir zatın eşi vasıtasıyla durum içler acısı. Dünün Türkiye’sinde başörtüsü ile öğrenciler üniversiteye girsin mi girmesin mi, tartışılıyordu. Üç yıldır AKP kadrolarının yönettiği bugünün Türkiye’sinde ise kadınlar namazı başı açık mı kılsın yoksa başı kapalı mı kılsın tartışması yapılıyor. Ayrıca toplum ahengimizi bozacak üniter yapımızın temeline dinamit koyan ve etnik ırkçılığı azdıran ve şımartan düzenlemeler olmuştur. Bir diğer Y ise yolsuzlukla mücadele konusu maalesef AKP kadroları bu konuda da toplumun kendilerinden beklediği dik duruşu gösteremedi. Bildiğiniz gibi bugünlerde kamuoyunda çok fazla bu konular gündemde. Mesela Başbakan mal varlığı konusunda toplumu tatmin edici bir açıklamayı bu saate kadar yapabilmiş değil. Hâlbuki Milletvekili seçildiğinizde meclis başkanlığına mal beyanınızı da belli bir sürede zaten verirsiniz. Bunun bizzat birinci şahıs tarafında açıklanmasında hiçbir mahsur ya da kısıtlama yok. Konuyla ilgili grup toplantısında sayın başbakanın kendi grubunu bile ikna edemediği alkışların cılızlığından ortaya çıktı. Kemal Unakıtan ile ilgili çok ciddi iddialar var. Bunlar konusunda AKP kadrolarının hem tabanlarını hem de toplumu rahatlatması gerekir. Anlaşılan o ki Galataport ihalesi gibi bazı netameli konularda Sayın Abdullatif Şener bile ikna edilememiş gibi görünüyor. Yoksulluk konusunda da maalesef ciddi adımlar atılmamıştır. Bu toplumun büyük bir kısmı açlık sınırında yaşıyor, toplumda işsizlik hala birinci derecede sorun. Türkiye sanal bir iyileşmeyi yaşıyor, faiz-borsa-döviz üçgeninde. Sıcak para giriyor ama sıcak para meyveli ağaca konmuş bir kuş gibidir, maalesef Türkiye’nin durumu bunu andırıyor.
Sözün özü, bu iktidar kendisine verilen imkânı iyi kullanamamıştır ve başarısız olmuştur. Alternatifi vardır, bu ülkede her partinin, her liderin alternatifi vardır. Şu anda mevcut yapıda yok olduğu düşünülse bile toplum bu alternatifi kısa zamanda oluşturur, geçmişte yaptığı gibi. Bence iktidarda bütün bu gelişmelerin farkında ve her ne kadar seçim yok dese de muhtemelen bahar ayları gibi bir baskın erken seçime gidecek, diye düşünüyorum. Son olarak söylemek istediğim partilerin hepsi demokrasimizin vazgeçilmez unsurlarıdır. Hepsi de milletin oyuyla geldikleri için bizim için değerlidir. Partilerle ilgili biz ne söylersek söyleyelim gerçek hakem olan millet sandıkta kararını verir. Bizim ise bildiğimiz ve inandığımız doğruları milletimizle paylaşma sorumluluğumuz var. Benim fikri ve siyasi formasyonumun temelini ise Müslüman Türk kimliği belirlemiştir ve diyorum ki yarınlarda ve gelecek bin yılda da bu coğrafyada var olmak istiyorsak bu kimliğe sahip çıkma mecburiyetimiz vardır. Ve bu kimliğe sahip çıkan sivil ve sosyal yapılara da destek vermeliyiz.