İçinde yaşadığımız asra bir isim takmak istersek, insanların yaşamında olgusal olarak ortaya çıkan en doğru adlandırma biçimi ‘sevgi çağı’ olabilir. Her kim otobüste, uçakta, televizyon ekranlarında, okul koridorlarında, gazete sütunlarında, parklarda, bahçelerde, vb. konuşulanlara kulak verse, insanların sevgiden bahsettiğini, sevgi üzerine şiirler okuduğunu, aşk şarkıları söylediğini algılar. Asırlar var ki, sevgi, kalbin amelinin dışındadır. Bugün ağızların bir oyunu bir eğlencesi olmuştur. Dillerde sevgi adı, doğru olan sevgi heyecanlarından bir heyecan olarak kalplerin boşluğu ile birlikte gidip geliyor. Her iticilikte isimlendirme demek olan, her temayülde terakki eden, sevgili uğrunda her insanın içgüdüsünde yoğunlaşan, sevgilinin rızasına karşılık her türlü fedakârlık sevgi sözcüğü ile ifade edilmektedir.
Sevgi kelimesinin sembolü; temizlik ve arınma, yücelik ve terakki iken, günümüzde; yalanın sembolü, nifak alâmeti, serbest dolaşan balığı yakalayan avcının ağı, öten kuşların düşürülen tuzağı olmuştur.
İnsan sevgisiz yaşamaya güç yetiremez. Ama nasıl bir sevgiyledir bu? Dünya bütünüyle sevgi temelleri üzerine kurulmuştur. Dünyada bulunan her şeyin sevgi ya da öfke ile bağlantısı vardır. Yaşlının, orta yaşlının, gencin ve çocuğun, kısaca kişinin hayatının bütün merhalelerinde sevgi dolaşır. Sevgi, dostluk ve mutluluk sunan hayatın bir unsurudur. Gerçek sevgi, insana, benlikte ümit, gelecekte arzu; dikenli ve yorucu hayat boyunca canlılık kazandırır.
İşte, mü’min kalbin derinliklerinde bulunan iman, sevgi üzerine oturur. Bu yönüyle o, mü’min insanı amele sevkeden hayatın bir damarıdır. Mü’minin kalbine yerleşmiş olan iman, onun davranışlarına ve eylemlerine yansır. Ondan, imandan ilhamını alan amelden başka bir şey çıkmaz. Bir vâcibi yerine getirmek ya da bir salih davranışı ikâme etmek için atılmak, ancak imanın bir gereğidir. Gönle yerleşen iman, imanın hayat bulduğu azalara emirleri intikal ettirmek için aklı süsler, hayatın bütün detaylarında onu temsil eder. Bütünüyle kalpte bulunan iman kuvvetinin tesiri daha açık ve daha kuvvetli bir şekilde organlarda açığa çıkar. Biz bunu sahabenin hayatında görüyoruz. Nitekim daha sonra gelen selef-i salihinin hayatında da canlı olarak görülmüştür. Sanki iman, adamlar kalıbında, arzın üzerinde yürüyor, hayatın içinde yürüyor; sanki sen onu evde, sokakta, alış-veriş yapılan çarşıda-pazarda, markette görüyorsun; mescide ve ibadette gördüğün gibi bütün sosyal faaliyet alanlarında görüyorsun. İmanını ameliyle bütünleştirmiş olan gerçek Allah adamları, imanın halâvetini tattılar ve onu her şeyin önünde tuttular. Nitekim Enes b. Mâlik’ten rivâyet edilen bir hadis’te sevgi ve iman ilişkisi şöyle anlatılır:
“Üç şey vardır ki, bunlar kimde bulunursa o kimse imanın tadını bulur:
1-Bir kimseye Allah ve resulü, başkalarından daha sevgili olmak,
2-Bir kimse sevdiğini yalnız Allah için sevmek,
3- Bir kimseyi Allah küfürden kurtardıktan sonra, tekrar küfre dönmekten, ateşe atılmaktan tiksindiği gibi tiksinmektir.”
Maddi anlamda tansiyon aleti gibi, bu rivayette geçen sevgi olayını ölçecek bir âletimiz yoktur. Aslında her Müslüman, kendi imanının tadını hissedebilir. Böyle bir iman lezzetini duyan ve imanının yönü seyr-i illallah yönünde yükselişe geçen kimselerin ruh hali ve davranışları iyiyi eylem haline getirmelerinden, kötüden de kaçınmalarından anlaşılabilir. Tarihte, ya şaşalı bir hayat ya da Allah resûlü tercihinde, tercihini Allah Resulünden yana yapan Mus’ab b. Umeyr bunun örneği.. “Bile bile kendinizi tehlikeye atmayın” diyen Allah’ın emri karşısında bütün varlığını terk ederek İstanbul önlerine gelen Ebâ Eyyûbi’l-Ensarî bunun örneği.. Yaşadığımız çağda, belki de hemen burnumuzun ucunda, çok yakınımızda buna örnek birçok şahsiyeti bulabiliriz. Her Müslüman yukarıda geçen üç hususu bir ayna gibi karşısına koymalı ve kendisini tartmalıdır. Burada sevginin yönünü, imanımızın (mecazi anlamda) gramını, İslam’ı yaşamanın neyi kazandırıp neyi kaybettirdiğini çok açık ve net bir şekilde görebiliriz.