İman, insanın kendisini psikolojik ve fiziki olarak bir güven alanı içerisinde hissetmesi olayıdır. Hidâyet öyküleriyle ilgili yayınlara bakıldığı zaman, İslam’ı seçmiş kimselerin çoğu, “niçin Müslüman oldunuz” diye kendilerine sorulduğunda, hep “kendimi güvende hissetmek için” cevabını vermişlerdir. İmanı kendine sıfat yapan kimseye de mü’min denilir. Mü’min, varoluşsal manada kendisi güvende olduğu gibi, başkalarına güven telkin eden kimse demektir. Zaten Allah’ın en güzel isimlerinden birisi de “el-mü’min” değil midir? İnsan öncelikle bu eşsiz güven kaynağı olan Allah’la barışık olmalıdır. İnsan iman sözleşmesiyle Allah’a bağlanmakla kendisi için bir güvenlik alanı oluşturmuş olur. Mü’minler topluluğu denildiği zaman, insanın kendisini olabildiğince güvende hissettiği bir toplum yapısı akla gelir. Böyle bir toplumda yaşamayı kim istemez?
Güven içinde yaşama isteği, insanın temel ihtiyaçlarındandır. Bu da, başta insanın çevresiyle iyi geçinmesine bağlıdır. Hz. Peygamber @ “Mü’min kendisiyle iyi geçinilen kimsedir. İyi geçinmeyen ve kendisiyle iyi geçinilemeyen kimsede hayır yoktur” derken, insan hayatında güvenliğin son derece önemli olduğuna işaret etmişlerdir.
İnsanların gündelik hayatlarında en çok kullandıkları kavramlar arasında eğer, “aldatılmak” ve “aldatmak” gibi kavramlar tedavülde ise, o toplumda fertler arası güven bunalımı gittikçe tehlike sinyallerini artırıyor, demektir. Örneğin, ticaret yapmak için sermayelerini ve emeklerini birleştirerek şirketleşen iki Müslüman, eğer birbirlerine güven duymayacak olurlar ya da birbirlerine karşı güvensizlik örnekleri sergilerlerse, ticaret hayatlarında başarılı olmaları mümkün değildir.
Yine arkadaşlıklar, çıkar ilişkilerine ayarlı ise, çıkar ilişkileri bitti mi dostluklar da çöker.
Ailede eşler arasında birbirlerine güven duygusu sarsılırsa, sevginin yerini kin alır ve aile ocağı çöker. Günümüzde boşanma sebepleri arasında en çok eşlerin birbirlerini aldatmasının gelmesi, toplumumuzun geleceği açısından oldukça düşündürücüdür.
Bütün bunlardan dolayı Hz. Peygamber, olaya, bir ahlak sorunu olarak yaklaşır ve insanda “sadâkât” ve “ahde vefâ” şuurunun geliştirilmesi için sosyal hayatın her alanında sevgi ve güven ortamını baltalayan kötü ahlaka dikkatlerimizi çekerek: “Bizi aldatan bizden değildir” buyururlar.
Ya günümüzde tahıl ürünlerini ofise satmak için götüren bazı esnaf ve çiftçilerimizin, ürünümüz kantarda ağır gelsin ve bedeli çok para tutsun diye, ürünlerinin içerisine bol miktarda kum veya çakıl taşları karıştırmalarına ne demeli!
Diğer taraftan süte su karıştıranlar,
Toz bibere kiremit tozu karıştıranlar,
Tere yağına margarin yağı karıştırarak satanlar,
Rant uğruna, deprem fay hattının geçtiği ve dolgu sahası olduğu bilindiği halde bir takım arazi ve arsalar üzerine inşaat yapma ruhsatı verenler; çok yüksek kâr elde etme amacı ile inşaat malzemelerinin; kumundan, çimentosundan, demirinden, taşından ve tuğlasından kaçıranlar, sonra da 6,4 şiddetinde bir depremle binaların tuz-buz olması karşısında –binlerce can işin çabası- ilahî kadere sığınanlar! Pekiyi deprem Allah’ın jeolojik bağlamda yasası, ya sonuçlarında insan hatası ve sorumluluğu yok mudur? Acaba bu konuda kader niye Japonya’ya, Amerika’ya, Güney Kore’ye uğramıyor da bize uğruyor? Millet olarak bütün bu sorulara kapsamlı cevap bulmak zorundayız.
Müşterinin dikkatini çekerek, alım isteğini tahrik etmek için meyve ve sebzelerin en parlak, gösterişli ve sağlam olanlarını tezgâhın önüne dizip, geri plana çürük veya kusurlu malları doldurarak, bir el çabukluğu marifetle -eğer marifetse bu- müşteriyi kandıranlar, kimi kandırıyorlar acaba? Hayat anlayışını ahirette hesap verebilecek bir inanç sistemi üzerine inşâ eden bir Müslüman haksız kazanç sağlayabilir mi? Böyle bir ticari anlayışta insanların birbirine güven duygusu kalır mı? Toplumsal barışın buharlaşması kimin işine yarar?
Toplum hayatında güven bunalımını sarsıcı ve şahsiyet krizine yol açıcı sosyal boyutlu problemlerin üstesinden gelebilmek için, iman merkezli ahlak eğitimine hararetle ihtiyaç vardır. İnsanların gönül dünyalarına: “Sen Allah’ı görmüyorsun ama o yaptığın her türlü gizli ve açık davranışı görüyor” anlamına gelen “ihsân” şuurunu yerleştirmedikçe, toplumsal barışı dinamitleyen unsurların önüne geçmede polisiye tedbirleri belirli bir yere kadar iş yapar. İnsanlarda yaptırım gücünü oluşturan dindir. Din ve dini değerler, insanlık için bir oksijen çadırı gibidir.