da başkanlık seçimlerinin ardından ilginç gelişmeler yaşanıyor. Orada olup-bitenleri doğru bir şekilde okumak için Şii-İmâmiyyenin “imamet” görüşünü bilmek gerekmektedir.
Şii-imamiyyede imamet, inanç esaslarından olup, imam; nas ve tayinle belirlenir. Buna karşın Sünni anlayışta ise, imamet, dini değil, dünyevi-kamusal bir maslahat olarak görülür. Devlet başkanının meşrûiyeti, halkın özgür bir şekilde irade beyanında bulunduğu seçim ve ittifakladır.
Şii-imamiyyede onikinci imamın gaybeti sırasında işleri, hücceti durumunda olan “nâibleri” yerine getirir. Nâibler ise, müçtehid düzeyine ulaşmış olan din bilginleridir. Bugün nâib kavramı, Şii düşüncede, “velâyet-i fakîh” tabiriyle ifade edilmektedir. İşte yönetimde en büyük merci konumunda olan “velâyet-i fakîh” beklenen onikinci imamın nâibidir ve yönetim işlerinde mutlak anlamda onun yetkilerine sahiptir. Dolayısıyla, mevcut dini otorite olan “velâyet-i fakîh”in hükmünü kabul etmemek, gelecek olan imamın hükmünü kabul etmemek, beklenen imamın hükmünü kabul etmemek ise, Allah’ın hükmünü kabul etmemek anlamına gelir. Yani, Şii-imamiyyede “ulu’l-emr”, velâyet-i fakîhtir. O, ümmetin (Şii Müslümanların) genel velâyetine sahiptir. Bugün İran’da bu makamda Âyetullah Ali Hamaney oturmaktadır. Çünkü İran İslam Cumhuriyeti’nde anayasa gereği, velayet-i emir vazifesi, fakîhin uhdesine verilmiştir.
Şii-imâmiyyede içtihad kapısı devamlı açıktır. Şii bir Müslüman ölmüş olan bir müçtehidi değil, yaşayan bir müçtehidi dini-dünyevi konularda taklit etmek zorundadır. Bu sebeple müçtehitler, bulundukları bölgelerde yaşayan halk üzerinde yegâne otoritedirler. Halk istediği müçtehidi seçmekte hür olup, seçtiği müçtehidin ofisine gider kayıt yaptırır ve ondan sonra da o müçtehidin (âyetullah’ın) görüşlerine tabi olur.
İran’da din adamları; Molla, Huccetü’l-İslam, Ayetullah ve Ayetullahi’l-uzma gibi unvanlar taşırlar. İşte bütün bu imam ve müçtehitlerin desteğini alarak en yüksek makama gelmiş olan Âyetullah Ali Hamaney, günümüzde gâib ve onikinci imamın nâibidir. O, halkı yönetmede gücünü salt anayasadan değil, ondan da öte, İsnâ aşeriyye Şiiliğinin vazgeçilmez inancı olan imama itikad inancından alır. Bu inanca göre, imamet ve imama itaat, imanın temel esaslarındandır. Beklenen imamın nâibine karşı çıkmak doğrudan Allah’ın buyruklarına karşı çıkmak gibi değerlendirilir. Şii inanç sisteminde, “velâyet-i fakîh”in uyarılarına itaat etmeyen bir kimsenin durumu dini-itikadi açıdan“tekfir ve şirk” konseptine, siyasi-fıkhî açıdan ise, asi, bağy hükmüne girer. İşte, Fıkıhta Caferiyye ve itikatta ise, Şii-imamiyye mezhebinin görüşleriyle yönetilen günümüz İran’ında, en yüksek dini rehber olan Âyetullah Ali Hamaney’in son Cuma konuşmasında muhalefeti temsil eden Mir Hüseyin Musevi ve taraftarlarını sandıktan çıkan sonuca razı olmaya çağırması ve muhalefet edildiği takdirde Şii-imamiyye itikadından alan gücünü devreye sokacağını ima etmesi bundandır.
Ben burada İran’da seçim tartışmalarının sonu nereye varacak? sorusundan ziyade Şii-imamiyye teolojisinin halk katmanlarındaki durumunda meydana gelen kırılmaya dikkatleri çekmek istiyorum. Gerçi İran’da seçimin âdil olmadığını ileri süren muhalefet, doğrudan rejime kalkışma içinde olmadıklarını söylüyorlar. Kırıp-dökmeden seçimlerin sonuçlarına itiraz etmek, farklı görüşler ortaya koymak, gerekirse seçim sistemini eleştirmek artık evrensel insanlık düşüncesinin bir gereğidir. Acaba İran’da durum aynı mıdır? Meseleye böyle bir standarttan mı bakılıyor? sorularına rahat bir şekilde “evet” demek kolay değildir. Mademki bir yönetim “İslam”ı referans almışsa, ondan, hayatın her alanında “adâlet ve hakkaniyet” ölçülerine göre hükmetmek ve davranmak beklenir. Hele hele en yüksek merci olan dini rehberden –ki onun ayrılmaz nitelikleri arasında adalet ve takva sayılır- taraflara eşit mesafede ve adalet temelinde muamele yapması konusunda kuşkulara yol açacak davranışlardan şiddetle uzak durması beklenir. Birisini tutarak ve öbürünü dışlayarak izlenecek siyaset, tabanın kendisine olan güven duygularını sarsmakla kalmaz, toplumsal barış ve uzlaşı fikri ortadan kalkar. Çünkü toplumsal barışı ayakta tutan, adalet ve güven duygusudur.
Bir başka açıdan toplumun “velâyet-i fakîh”in uyarılarını dinlememesi, Şii-imamiyye itikadı açısından oldukça düşündürücüdür. Meseleye mevcut İran şartları açısından baktığımız zaman, küresel ölçekte meydana gelen iletişim devrimi sayesinde esen seküler rüzgârlar, “velâyet-i fakih”e itaat noktalarını zayıflatmışa benziyor. Bir nevi modern dalga, o iklimleri de kuşatmış ve toplumda dini hassasiyetlerin kaybedilmesi ve helal-haram duyarlılığının olabildiğince asgari düzeye inmesi anlamına gelen seküler düşünceler güç kazanmaya başlamıştır.
Sonuç olarak söylemek gerekirse, İran’da başkanlık seçimleriyle birlikte ortaya çıkan fiili durum, doğrudan üçüncü cumhuriyetin başlangıcını oluşturmaktadır. Bu bir milat olup, bundan sonra hiçbir şey, eskisi gibi olmayacaktır. Küreselleşmenin etkileriyle bugünün açık toplum yapılarının karşısında, İran gibi kapalı siyaset izleyen ve İslam dünyasında dini monarşilerle idare edilen yönetimlerin ayakta durması zor görünmektedir. İran İslam Cumhuriyeti bağlamında içine düşülen bu kargaşa ortamından yegâne çıkış yolu, doğrudan zamanın ruhunu iyi okumak ve konjonktürel şartları dikkate alarak mevcut din algısı ve yönetim biçimi konusunda bir yenileşmeye gitmektir. Bir İslam âliminin dediği gibi; eski hal muhal, ya yeni hal ya da izmihlal. Eğer mevcut Şii birikim bu gelişerek değişim ve yenileşme olgusuna kifayet etmiyorsa, çare, farklı tonlarda, tarih boyunca üretilen İslami düşüncenin zengin mirasından yararlanmak suretiyle toplumun özgürlük taleplerine cevap verecek yeni politikalar üretmekten geçiyor.