Anadolu’nun en büyük yarasıdır, ekmek parası uğrunda hayatların kaybedilmesi. Yaz aylarında pazara gidip insanoğlunun gönlünü dolduran o bol sebzeler, bereketli meyveler ne zahmetlerle sofralara iniyor, hiç bilinir mi? O rengarenk meyvelerin sebzelerin önümüze gelmesi için kaç insan ölüyor, başlarına neler geliyor, hiç düşünülür mü?
Çok uzakta değil Konya’nın, Orta Anadolu’nun başı dik, alnı temiz kadınlarını ekmek yolculuğunu anlatayım size…
Birçok genç kız gibi öyle çok zengin birini buluyum da evleneyim derdinde hiç olmazlar. Çocukluklarında ücra tarlalarda ayakları üşüdüğü gibi gençliklerinde de sırtlarından üşürler. Evlilik hayalleriyle geçen gençlik döneminde kendi çeyizlerini gündelik tarla işlerine giderek hazırlarlar. Ayaklarındaki topuklarından tutun da ellerindeki avuçlarına kadar ‘En delikanlıyım’ diyen erkekten bile daha çok nasırları olur. Evlilik zamanı geldiğinde parası için değil de en uygun biriyle evlenmek için beklerler. Sonunda elganim birisiyle hayatları birleşir. 20 yıl sonra 3-4 çocuk… Bunların babaları hepsinin ihtiyacını tam karşılayamazlar. Hele baba da gündelik bir işte çalışıyorsa… Çocukluğu ve gençliği tarlalarda geçen yüreği dağ kadar olan anneler bu durumu hiç hissettirmezler çocuklarına. Aslında çocuklar da doğduğundan bu yana annelerini çalışırken gördükleri için bu durumu hiç yadırgamazlar. Hiç kimsenin hakkına girmeden akçaca alınlarıyla, güçlü kollarıyla günlük tarla işlerinde çocuklarını rızkını kazanmaya devam ederler. Sabah saat 5’te hazırlıklar yapılır, saat 6’da araçlara binilir ve saat 7’de tarlada çalışmaya başlanır. Akşam 5’e kadar tarlanın çapası, ot yolumu yada hasadı yapılır. Akşam saat 6’da evinde olur yürekli kadın. O çocuklarına kavuşmayı bekler, çocuklar ona kovuşmayı… Eve geldiğinde içinde azığı ve çapası olan çanta hızlıca atılır bir köşeye. Tertemiz emekleriyle çocukların gelecek yevmiyeleri kazanılmıştır. Günün koşturmacası kocaman bir özlem ve umutla bir anda unutulur. Tozlu çoraplar ayaktan çıkarılır, hayatında çok az hatta neredeyse hiç krem, oje, makyaj görmemiş el ayak yıkanır. En güzelinden bir yorgunluk çayı demlenir. Evin avlusuna mutlu aile tablosu kurulur. Bu mutluluk dünyanın en zengin, varlıklı, şirketleri olan adamlarında bile bulunmaz. Yoldan geçen eş dostta bu tabloya katılır. Günün en tatlı anı başlar; ama kısa sürer. Gün ağarınca, fakirliğin boyutu biraz daha kendini belli eder. Kocaman yürekli anne bununda en alasından üstünden gelir. Normalde tek çeşit yemek yapılacak malzemeden bereket üstüne bereket yağar. Hem çocuklar hem koca doymuştur artık. Kendisi de yarı aç olsa umurunda olmaz. Yatsı namazı kılındıktan sonra erkenden yatağına düşer, yorgun anne. Sabah yine aynı rızkın peşine düşülür. Gençliğinde birlikte olduğu arkadaşlarının bir çoğuyla yine aynı arabada gün doğumunda düşerler yollara. Akıllarında her zaman çocukları ve evi… çocuklarını öyle yüksek yerlerde okutmaları gibi bir dertleri de olmaz hayallerinde. İyi bir üniversite güzel bir ahlak ve kendileri gibi olmayan ama kendilerinden daha çalışkan bir evlat yetiştirilen bir hayal… Vatan ve millete en hayırlısı neyse o işte. İyi veya çok iyi bir gelecek değil kurulan hayaller, ‘Allah hayırlısı neyse onu versin’ derler.
Tarla işi biter, yorgun, ama umutlu gözler çocuğuna, evine kavuşmayı bekler. Yeryüzünün belki en temiz, en yürekli kadınları ev yoluna düşerler. Hepsi ‘Bismillah’la nidalarıyla eve kavuşmayı beklerler…
Gazetelerin üçüncü sayfasında görürsün sonra ‘Tarım işçisi taşıyan kamyonet devrildi…’
O anda, yıllarca konferanslar verilen, eğitimlere konu olan ‘İş ve işçi güvenliği’ gibi bir şeyin külliyen yalan olduğu aklına bile gelmez. Böyle bir duruma nasıl izin verilir, insanların hayatı bu kadar ucuz mu? İnsan hayatını korumaya yönelik yasalar nasıl görülmezden gelir… İnanın hiç biri aklınıza gelmez.
Sonra o gazetenin resminde, ‘Alnının terini sildiği eşarbıyla, ekmeğini kazandığı çapayla üzeri örtülü’ olduğunu görürsün. O resme baktığında ‘kesinlikle anlayamadığımız bir hayat’ vardır aslında. Hiç kimse anlayamaz, oradaki yatan kadın neden yatıyor, toprağın kokusunda doğan bebek toprağın büyüdüğünde de sıcaklığına uzanır.
Bir kişi değil, on kişi değil, elli kişi değil… Her sene yüzlerce kadın bu yolda hayatını kaybediyor. Hepimizin pazardan, marketten altığı o ürünler o kadınların ellerinden geçerek gelir işte, sofralarımıza. Gerekli önlemler alınmadığı ve bilinçlenmediğimiz her geçen gün bu ölümler devam edecek. Bizlerde yediğimiz o sebze meyvenin tadını aldığımızı sanacağız…