Ümmetin belini büken “tefrika”ya dair…
Bu yazım; herhangi bir âlim, bir cemaat, bir tarikat, bir hizip savunusu değildir… Bu sözler, bir yürek yangınının sözleridir, ümmetin mezarını kazanlara bir uyarı, bir çağrıdır… Hiçbir yere mensup değilim ve hiçbir İslam cemaatine, tarikatına, hizbine karşı bir kin taşımıyorum… Gücümün yettiğince kendimi ve gördüğüm yanlışları düzeltmeye, ümmetin evine katkı sağlamaya çalışıyorum…
Kim olursa olsun yanlışı varsa eleştiririm… Anlaşamadığımız konularda aramızdaki sorunu Allah’a havale ederim ve iyi geçinmeye, kardeşliği yaşamaya bakarım… Fikir ayrılığının çatışmaya ve çarpışmaya dönüşmemesi gerektiğine inanırım… Çünkü şirke davet etmesi halinde ana babaya uyulmamasını söyleyen, aynı zamanda onlarla iyi geçinilmesini öğütleyen Kur’an’dır… Kâfir ana baba için bu öğüt dururken neden din kardeşim için aynı öğüt geçerli olmasın?
Ümmetin birliğe ve beraberliğe ihtiyaç duyduğu bu zamanda ayrılıkları körükleyenler, cemaat, cemiyet, hizip, örgüt, dernek, vakıf gibi bağlı oldukları yerlerin menfaatini ümmetin menfaatine önceleyenler, felah bulmayacaklardır… “Yanlış yapana yanlış yapmamak, kötülüğe iyilikle yaklaşmak” dinimizin emri değil mi? Neden din kardeşlerimiz ile olan ilişkilerimizde bu emirlere uymuyoruz?
“A” şahsı çıkıp “B” şahsına değer veren bir kitlenin görüşlerine muhalif fikir beyan ettiği zaman aforoz ediliyor… Hani biz, “her sözü dinler ama en güzeline uyardık”… Hani, “iki kardeş arasında çıkan kavgada önce arabulucu olurduk daha sonra yola gelmeyenin karşısında dururduk”… Hani, Kur’an bizlerden; “Ehli Kitapla ortak noktalardan başlayarak mücadele etmemizi istiyordu”… Neden okuduğumuz ayetleri aynı dini paylaştığımız kişiler için uygulamıyoruz?
Aynı rabbe, aynı kitaba, aynı elçiye, aynı dine, aynı kıbleye, aynı ahirete inandığımız halde nedir bu kavga? Nedir bu ümmetin vücudunda açtığımız iyileşmez yara? Hani biz bir vücut idik… Neden birimiz kalbimize, birimiz beynimize, birimiz ayaklarımıza, birimiz ellerimize, birimiz dilimize birimiz gözümüze saldırıyor… Yaraladığımız, parçaladığımız vücut bizim vücudumuz, ümmetin vücudu değil mi?
Biz İslam binasında yaşayan bir aileyiz… Dünyanın farklı yerlerine dağılmış olsak bile evimizi, çatımızı, kardeşlerimizi unutmayız ve İslam’ın evini simgeleyen Kâbe’mize günde beş kere dönerek sılaya hasret giderir, İslam ailesinin bir ferdi olduğumuzu hatırlarız… Neden aynı ailenin bir ferdi olduğumuz halde birbirimizin açıklarını aramakla zaman öldürüyoruz? Neden birimizde açık bulduğumuzda onu kapatmamız gerekirken onu ifşa için can atıyoruz?
Neden elimizdeki son kurşunu zalim kâfirlere değil de kendi kardeşlerinize, kendi vücudunuza sıkıyoruz… Katillik sadece adam öldürmek değil biliyorsunuz değil mi? Kardeşliği öldürmek katilliğin en beteri… Kardeşliği öldürmenin affedilmez bir kalleşlik olduğunu da biliyorsunuz değil mi? Neyi paylaşamıyoruz? Neden anlaşamıyoruz? Neden birbirimize düşüyoruz? Bu dinin ana kaynakları elimizde değil mi? Yoksa bizde ehli kitap gibi elimizde hakkı ifade eden kitap olduğu halde birilerinin işine gelmedi diye ayrılığa mı düşeceğiz?
Samimi olduktan ve art niyet taşımadıktan sonra ictihadında yanılan bir müctehidin sevap kazandığını bilmiyor muyuz? O halde bu kendilerine saldırdığınız, görüşleri sapık diye yaftaladığınız kişiler de samimi niyetlerinin karşılığını almayacaklar mı? Yoksa ictihadı, din alanında uzmanlaşmayı, fikir beyan etmeyi belli dönem ve âlimlerle mi sınırlıyorsunuz? Karalama kampanyasına tabi tuttuğunuz değerli âlimlerin samimi olmadıklarını iddia ediyorsanız o halde elinizdeki samimiyet ölçerinizin bozuk olduğundan hiç şüpheniz olmasın…
Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız diyen Allah resulünün sözlerini daha ne kadar kulak ardı edecek ve ilgili hadisi; cemaat, tarikat, hizip kardeşliği bağlamında okumaya, yanlış uygulamaya devam edeceğiz? Birbirimizin yanlışını eleştirelim, ama yanlışı eleştirirken yanlışa düşmeyelim… Yanlışlarımızı birbirimize kin duyarak değil muhabbet ederek eleştirelim… Eleştirilerimizi kınamak için değil samimi bir şekilde düzeltmek için yapalım… Yanlışlarımız, eksilerimiz düşmanların elinde aleyhimizde kullanacakları birer silahtır… Sahabe döneminde yaşanan fitneler en güzel örnektir…
Neden Kur’an’ın, Ehli Kitaba tanıdığı toleransı, biz kendi kardeşlerimize tanımıyoruz… Hz. Yunus’un kaçmasından sonra kavminin imana gelmesi, Ehli Kehf’in yüzyıllar uyuduktan sonra şehirlerini iman etmiş olarak bulmaları, bizlere; “bu din, siz olmasanız da ayakta kalacaktır” mesajını vermiyor mu? Biz bu dinin havarileri, ensarı, müminleriyiz ama bu dinin “bekçileri” değiliz… Allah, Hz. Peygambere “sen onların iman bekçisi değilsin” buyurmuyor mu? “İmana bekçilik yapmak değil imana elçilik yapmaktır” görevimiz…
Bu din, tarih boyunca ne yalancı peygamberler, ne sapık fikirler gördü… Ama bu din bozulmadan geldi, saf, berrak ve ak… Allahtan korkmalı ve birbirimizle uğraşıp gücümüzü tüketmemeliyiz… “Şeytan sizi birbirinize düşürmek ister, aranıza adaveti yerleştirmek ister” ayetlerini kendimize okumayı başarmalıyız
Şeytan denilince ille de görünmeyen şeytanları anlamamalıyız… Bizlere Kur’an’a muhalif davranmanızı emreden, bizleri yanlış bir din ruhu ile besleyen, kinimizi, enerjimizi kardeşlerimize karşı kullandırtan, yanlış veya sapık fikirleri samimiyetinden dolayı savunanları düşman ilan eden üstad, şeyh, hoca, hacı, melle, Seyda, efendi, imam, siyasetçi, köşe yazarı, vs. herkes olabilir… Şeytanlık, sadece iblisin mesleği değildir, Kur’an yolundan uzaklaşan ve Kur’an’dan uzaklaştıran herkesin mesleğidir…
Ümmetin evi yanıyor, biz ise hala şuculuk buculuk derdindeyiz, kendi kendimizi bitirmekteyiz… Mensubu olduğumuz tarikat, cemaat, grup, parti, hizip, dernek, vakıf, vs. her şey “ümmet evi”nin sadece bir unsurudur… Biz müntesibi olduğunuz yeri, korumaya alır diğer yerlere saldırırsak adaletten adavete koşmuş ve ümmetin evini yıkmış oluruz… Unutmayın! “Ümmet evi” yıkılacak olursa hepimiz onun yıkıntıları altında can vereceğiz…
Bugün ümmeti bekleyen, özellikle ülkemizi bekleyen tehlikenin cemaatleşme değil cemaatçilik ve cemaat tekelleşmeleri olduğunu bilmeyenimiz mi kaldı? Neden cemaatler arasında birliği ve beraberliği sağlayacak bir kurul yok? Neden cemaat liderleri bir araya gelemiyor? Bizleri kim yönlendiriyor? “Hılful Fudul” da birleşen kâfirler kadar da olamayacak mıyız?
Kur’an’da 950 sene kâfir eşi ve oğlu ile aynı evi paylaşan Hz. Nuh’u okumadık mı? Neden suyun üstündeki saman taneleri gibiyiz? Neden tarihten ibret almıyoruz? Ali ve Muaviye kavgasından neden kendimize ders çıkarmıyoruz? Neden hala Aliciler ve Muaviyeciler olarak sınıflaşıyoruz? Allah için artık tefrika yapmayalım… Bu ümmeti daha da perişan etmeyelim…
Hz. Nuh, 950 sene kâfirlerin imana gelmesi için ayaklarına kadar gitti… Öyle ki yüzlerini kapadılar, kulaklarını tıkadılar… Biz 950 gün değil de 950 saat itikadı bozuk dediğimiz kişi veya kişilerle oturup kalkabildik mi? Hz. Peygamber, havralara gitmiyor muydu? Bugün biz neden din kardeşlerinizin toplantılarına, sohbetlerine gitmiyoruz?
Bize düşen; kardeş olmak, gerektiği zaman gereken yerlerde eleştirmek, birilerinin oyununa gelmemek, sertleşmemek, kırıcı olmamak, ipleri koparmamak, diyalog içinde olmak, yanlışlara yanlışla cevap vermemek, kabile karşı Habil gibi durmak, ümmetin birliğini korumaktır…