Bir Müslüman, es-Selâm olan Yüce Allah’ın bu ismini, aile hayatından tutun da, sosyal, kültürel ve ekonomik hayatın bütün alanlarına, hatta Müslümanlar arası ilişkilerden uluslar arası ilişkilere varıncaya kadar ahlaki bir yaşam tarzına çevirmelidir. Önce barış, aile içi iletişim alanlarında kurulmalıdır. Bu hususta Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Evlere girdiğiniz zaman birbirinize, Allah katından mübarek ve hoş bir esenlik dileği olarak, selam verin.” (Nur 61) Aile bireyleri arasında gönül dilinden dökülecek olan bu selam, ne zaman davranış kalıplarına yansıtılırsa, işte o zaman bir Müslüman’ın evi, mesâkin-i tayyibe ve barış evi haline dönüşecektir. Böyle bir evde; kavga yerine sevgi, aldatma yerine sadakat, zulüm yerine merhamet olacaktır. Allah resulü, kendi evine girenlerin de evde bulunanlara selam vermesini emretmiş, bizzat kendisi de ev halkına selam vermiş ve onlarla hasbıhal ederek gönüllerini almıştır.
Selam, bir iletişim dilidir: “Size Müslüman (es-selâm) olduğunu bildirene, dünya hayatının geçici menfaatine (ganimete) göz dikerek: "Sen mü'min değilsin" demeyin.” (Nisa 94) Bu ilahi çağrıda geçen “selâm” tabiri, dışlamacılığı değil, kapsayıcı ve kuşatıcı bir dindarlık dili geliştirmemizi ilham ediyor. Çünkü dışlamacılık anlamına gelen “tekfircilik” mü’minler arasında barışı bozar. Kendisini Müslüman olarak tanımlayan bir kimseye selamla mukabele etmemek, gerçek mü’mine yakışan bir duruş ve tavır değildir. İnsanların inançlarını sorgulayacak olan makam farklıdır. Biz yargıç değil, davetçiyiz. Zahire göre hüküm veririz. Bundan dolayı Hz. Peygamber (a.s), mü’minler arasında meydana gelen küskünlükleri ve dargınlıkları gidermede çözüm olarak selamı adres göstermiştir: “İnsanların Allah katında en değerlisi ve O’na en yakın olanı, önce selamı verendir.” Çünkü selam, Müslümanlar arasında uhuvvet ve kardeşliğin geliştirilmesinin yegâne anahtarıdır.
Yaşadığımız Müslüman coğrafyalarda cereyan eden etnik ve mezhebi çatışmaların önüne ancak bu barışa hayat vermekle geçebiliriz. Selamı askıya almak ve terk etmek, barışa sırt çevirmek manasına gelir. Bu sebeple bütün Müslümanlar Cenâb-ı Hakk’ın barış çağrısına yürekten kulak vermelidirler: “Ey iman edenler! Hep birden barışa girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o, apaçık düşmanınızdır.” (Bakara 208) Kim Müslümanlar arasında barışı bozuyorsa, o şeytandır ya da İblisin yolunca gidendir. Şeytan ise, Allah’a isyanın bir sembolü ve kötülük odağıdır. Onun bütün amacı, müminleri, bir barış yurdu olan cennete gitmekten alıkoymaktır. (bkz. Bakara 36). Ama unutulmamalıdır ki, insan şeytanı kendi ihtiyarı ile yetkili kılmadıkça, onun, insan üzerinde hiçbir yıkıcı gücü olamaz. Şeytanı asıl güçlü kılan insandaki irade zayıflığı, ahlaki cesaretin olmayışı ve takvanın bulunmayışıdır. Allah’ın ihlâslı kulları üzerinde onun hiçbir hâkimiyeti olmayacaktır. (bkz. isra 63).
Sonuç, birey ve toplumların hayatında barışın kaynağının es-Selâm olduğu bilinmeden ve O’na teslim olmadan yeryüzünde barışın mümkün olamayacağı unutulmamalıdır.