Osmanlı Devleti çöküş sürecine girince, coğrafi keşifler ve sonrasında, bilim ve sanatta Rönesans, din ve sosyal yaşamda Reformlar yapan batı ile arası her açıdan çok açıldı. Artık batı, ekonomik olarak da, eğitim olarak da İstanbul’un deyim yerindeyse mabedi haline geldi. Gençler, devlet eliyle eğitim için batıya gönderiliyor, Fransa başta olmak üzere İngiltere ve İtalya gibi ülkelerde batı kültürü ile zehirleniyorlardı. Bu sürecin sonunda tam da batı ağzıyla konuşan bir nesil türüyor ve batı karşısındaki bu yenilginin ancak batı gibi dinden kurtularak aşılacağını söylüyorlardı.
Sezai Karakoç'un Masal şiiri, tüm mısralarıyla bu hezimetin hazin neslini anlatır. Tevarüs eden bu anlayış sebebiyle son üç yüz yılımız, hiç değilse o şiirdeki yedinci oğul duruşunu aramakla geçti.
İşte İslamcılık fikri tam da bu vasatta doğdu. Geri kalmışlığımızın doğru, sebeplerinin yanlış olduğunu haykıran bir fikri hareketti. Eyleme geçtiği tarih ve karşı durduğu Abdülhamit iktidarından dolayı sürekli eleştirilen ve yerli, özgün olmadığı iddialarına muhatap olan bu çıkış, başlangıcı kabul edilen 1850 yıllarından bu güne farklı biçim ve fraksiyonlarla süregeldi.
İlk nesil İslamcıların bu tutumu, neticede 1909 yılında Abdülhamit’in tahttan indirilmesine ve 1908-1918 yıllarındaki İttihat ve Terakki örtülü hükümetine sebep oldu. Bu, sonraki nesiller açısından Filibeli Ahmet Hilmi’den, Mustafa Sabri’ye, Mehmet Akif’ten Elmalılı Hamdi Yazır’a, Said Halim Paşa’dan Said-i Nursi’ye kadar birçok ilk dönem İslamcıların yoğun eleştirisine sebep oldu. İTC’ci oldukları iddiası ve hatta birçoğunun İTC’ci olarak öldükleri iddiası bu nesli yaşanan rejim geçişinin müsebbibi haline getirdi.
Peki, İslamcılık neydi ki, İslamcılık iddiasında olan bu ilk nesil, yine İslamcı olduğu söylenen Abdülhamit’i devirmek için bu kadar yoğun bir çaba içine girmişlerdi. Sorun tarafların İslamcılık anlayışında mıydı, yoksa bu anlayışın tezahür eden biçiminde mi?
Abdülahmit’e göre bu İslamcı ilk nesil, Cemalettin Afgani eliyle Mısır üzerinden İngilizlerce idare ediliyordu. Bu ilk nesil İslamcılara göre de Abdülhamit, halifelikten sultanlığa doğru koşar adım giden bir müstebit. Hangisinin doğru ya da haklı olduğundan çok, tarih, onların kavgasının sonuçlarıyla ilgilendi ve III. Selim’le çöküş sürecine giren Osmanlı dağıldı.
Sonrasında kurulan laik devlet üzerinden yapılan okumalarla bu İslamcı ilk neslin haksız, Abdülhamit’in daha ileri görüşlü olduğu söylense de Osmanlı bakiyesi Türkiye Müslümanları her iki cenaha da sahip çıkmış ve bu kavganın sebepleri üzerinden yeni bir ayrışmaya izin vermemişti.
Oysa İslamcılık, ana kaynaklara dönüş yaparak, Kur’an ve Sünnet ‘in rehberliğinde dini, bireyden devlete, zerreden küreye tüm alanlarda hâkim kılma kavgası, davası ve duasıdır. Bu yönüyle İslamcılık, batının dediği gibi, dini geri kalmışlığın sebebi değil, irtifa ve terakkinin yegâne gerekçesi olarak görmektir. Yüz yıllık laik devlet, dinle arasını olabildiğince açtığı halde, batı ile arasını kapatamamış, hatta bu uzaklık, devraldıkları Osmanlı günlerine göre çok daha fazla açılmıştır.
Evet, İslamcılık, Osmanlı’nın kurucu referansları din olan küresel son devlet olarak yıkılmasıyla ortaya çıkmış olsa da, referansı İslam olan yeni bir küresel devlet kuruluncaya kadar var olacaktır. Bu kavga, her ne kadar 1850 yılında ortaya çıksa da esas itibariyle tüm Müslümanların omuzuna İslam peygamberi tarafından yüklenmiş bir ödevdir. Din bireye inmiş, toplumu yönetmeyi hak eden yegâne nizamdır ve bu nizam hâkim oluncaya kadar Müslüman birey bunu, dua olarak yapmalı, dava olarak taşımalı, kavga olarak vermelidir.