İSTANBUL KAPLERİN FETHİ

Sadece Türk ve İslam tarihinin değil Dünya tarihinin de en önemli olaylarından birisi olan İstanbul’un fethinin 557.yıldönümü bugün kutlanıyor.

Sadece Türk ve İslam tarihinin değil Dünya tarihinin de en önemli olaylarından birisi olan İstanbul’un fethinin 557.yıldönümü bugün kutlanıyor. Gerek yapılışı gerekse sonuçları bakımından önemli dersler içeren İstanbul’un fethi hala konuşulmaya ve yankı bulmaya devam ediyor. Tarihçiler, İstanbul’un fethinin başarısının ve kalıcılığının altında yatan gerçeğin kalplerin fethi olduğunu belirtiyor

OSMANLI İÇTEN FETHETTİ
Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Caner Arabacı, Osmanlı’nın asalet, güvenilirlik, adalet duygusu, sadakat gibi sahip olduğu değerlerle aslında fethi içeriden ve kalplerden başlattığını söyledi. Arabacı, “İstanbul aslında, Rum tekfurunun “Mihal Gazi” adını aldığı, Holofira’nın Nilüfer Hatun adını benimseyip cami-medrese ve benzeri hayır (vakıf) eserleri yaptırmaya başladığı zaman fethedilmeye başlanmıştı. Zorlu olan sadece, Osmanlı adını “Devlet-i Ebed müddete” veren Kara Osman’ın bileği değildir. Onun Hıristiyan’a bile verdiği sözüne sadakati, ahde vefası, güvenilirliği, adalet konusundaki titizliği, dürüstlüğü içeriden fethi çoktan başlatmıştır. Aç gözlü Bizans yöneticileri, bin bir entrika içinde yönettikleri insanların mal varlıklarına, kadınlarına göz dikerken, düşmanlarındaki yüksek ruh, asil tavır, Bizans halkını etkilemiştir. Osmanlının medeniyet değerlerindeki üstünlüğü, kültürel varlığının yüksekliği, Fatih’in toplarından çok daha önce yürekleri fethe başlamıştır. Gürleyen Şahi’nin gülleleri, fizikî engel olarak arada duran duvarları indirdiği, zulmü payidar hale getirmek isteyen engelleri yıktığı zaman, asırlarca süren birliktelik başlamıştır” diye konuştu.

İSTNABUL’A TÜRK- İSLAM
MEDENİYETİ DAMGA VURDU

İstanbul’un Napolyon’a, ‘dünya tek devlet olsaydı başkenti olurdu’ sözünü söyleten bir şehir olduğunu ifade eden Arabacı, “Avrupa’nın kasırga generali, bu sözü İstanbul’un dünya üzerindeki önemini, konumunu, sosyal, kültürel, tarihî, askerî, ekonomik, stratejik yönlerden değerini gözardı ederek söylemiş olamaz.

Sahip olunan değerden dolayı da İstanbul’un göz dikeni çok. Almak isteyeni fazla. Fakat bazen bu durum, tek bir gücün eline geçmesine engel olabiliyor. Ama işgalden kurtulmasını sağlayamıyor. Fetih zamanı anılmaması gerekse bile belirtelim ki, Mütareke döneminde bütün vatan toprakları Batılı devletler tarafından paylaşılırken İstanbul’un bir tek güce bırakılamaması bundandır. İstanbul, kültürel varlık yönünden de zengindir. Pagan dönem Roma’sından, Hıristiyan Bizans’a, Latinlere varıncaya kadar birçok kültürel gel-gide yataklık etmiştir. Ama Yedi Tepesi ile birlikte bu şehre mührünü vuran İslâm Medeniyeti-Türk Kültürü olmuştur” dedi.

FETHİ KALICI KILAN KÜLTÜREL ÜSTÜNLÜK
557. yıldönümünde sadece Türk tarihinde değil dünya tarihindeki yeri de tartışmasız olan, çağ açıp çağ kapatan İstanbul’un fethini, fethin anlamını, fethe giden yolu, fetih sonrasını ve fethin sembolü Ayasofya’yı, Ayasofya’nın onlar ve bizler için ne anlam ifade ettiğini Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Caner Arabacı’yla konuştuk.
Hocam İstanbul’u bu kadar önemli kılan özelliği nedir?
İstanbul, Napolyon’a; “dünya tek devlet olsaydı başkenti olurdu” sözünü söyleten bir şehir. Avrupa’nın kasırga generali, bu sözü İstanbul’un dünya üzerindeki önemini, konumunu, sosyal, kültürel, tarihî, askerî, ekonomik, stratejik yönlerden değerini gözardı ederek söylemiş olamaz.
Sahip olunan değerden dolayı da İstanbul’un göz dikeni çok. Almak isteyeni fazla. Fakat bazen bu durum, tek bir gücün eline geçmesine engel olabiliyor. Ama işgalden kurtulmasını sağlayamıyor.

Fetih zamanı anılmaması gerekse bile belirtelim ki, Mütareke döneminde bütün vatan toprakları Batılı devletler tarafından paylaşılırken İstanbul’un bir tek güce bırakılamaması bundandır. Ne Rus, ne İngiliz, ne Fransız, ne İtalyan, ne de Yunan’a İstanbul bırakılamamıştır. Fiilî işgalde İngiliz, Fransız, İtalyan birlikte olmuşlardır. Fakat Musul tek başına İngiliz’e, Adana-Antep tek başına Fransız’a Antalya-Konya tek başına İtalyan’a, İzmir Yunan’a bırakılabilmiştir. İstanbul, kültürel varlık yönünden de zengindir. Pagan dönem Roma’sından, Hıristiyan Bizans’a, Latinlere varıncaya kadar birçok kültürel gel-gide yataklık etmiştir. Ama Yedi Tepesi ile birlikte bu şehre mührünü vuran İslâm Medeniyeti-Türk Kültürü olmuştur. Çünkü galibiyetin, zaferin ana unsuru gözardı edilse de onlardır.

Tarihte fetih deyince akla ilk gelen devletlerden birisi Moğollar. Ancak Moğolların fethiyle Osmanlıların İstanbul’u fethinin insanlarda bıraktığı intiba farklıdır. Bunun nedeni nedir?

Moğol fetihlerini gerçekleştiren devlet, ordusu, komuta kademesi, haber alma örgütleri ile her halde sıradan olmamalıdır. Asya’nın bir ucundan/Moğolistan’dan çıkıp Ötüken, Doğu Türkistan, Batı Türkistan, Turan-İran derken Avrupa içlerine kadar hâkimiyetini uzatan bir gücün, sıradışı olması gerek. Moğol kültürü, Cengiz Yasası şeklinde şekillenip toplumların kaderine düğüm atarken elbette bazı değerleri de taşıyordu. Öyleyse o muazzam güç, etrafında örüldükçe büyüyen efsanevî karşı konulmazlığına rağmen, niçin çok yaşamamıştır? Hatta Cengiz Han’ın vefatından kısa süre sonra torunlarının; birer birer yendikleri toplumların kültür ve medeniyet değerlerine girip kimlik değiştirmeleri nasıl izah edilmelidir? Moğol örneği, aslında kalıcı fethin asıl kültürel alanda gerçekleştiğinin delillerinden biridir.

Çünkü Moğollar, askerî teşkilâtlarına, kendi kültürel varlıklarına rağmen yendikleri toplumların kafa ve kalplerine hükmedememişlerdir. Askerî galibiyet, zor, baskı, ekonomik sömürü hatta yer yer katliamlara rağmen yüreklerine girilemeyen insanlar, galiplerini kültürel alanda yenerek Moğolların sessizce sahneden çekilmelerini sağlamışlardır. İslâm Medeniyetinin yüreklere işleyen inceliği, ahlâkî erdemi, Türk kültüründeki bütünlük, Cengiz’den sonra bir asır sürmeden haleflerini kendi içinde eritmiştir. Hülâgu’nun “tahammül mülkünü yıkan”, viran eyleyen gücü; Bağdat’tan Dicle’ye döktürdüğü kitaplar erimeden tarihe karışmıştır. Baycu Noyan’ın atlıları, Bizans ittifakının sarhoşluğu içinde vurdukları Müslüman Türk’ün kanı daha kurumadan Moğol ileri gelenleri, Taş Medrese’yi (İsmail Aka-Beyşehir), Cacabey Külliyesini (Kırşehir) inşa eder olmuşlardır. Moğol istilası döneminde Kırşehir, Moğol ordularının yaylak ve kışlağıdır. Ama içlerinden çıkanlar, aradan yarım asır geçmeden İslâm Medeniyetinin-Türk kültürünün hamisi kesilip hizmetine girerler.

Haçlı kancasına takılarak, İslâm kanı döken kuvvetlerin yerine kalanlar, İslâm inancını öğretip-yaşatan vakıf abidevî kurumlar dikerler. Çünkü Moğollar, kültürel fethi gerçekleştirememiştir. Bizans ordusuna karşı Anadolu Selçuklular yanında yer alan yerli Rumlar, tersinden kültürel fethin bir örneğini verirler. Hatta Bizans bu yüzden Beyşehir Gölü içindeki adalarda yaşayan Hıristiyan halkı cezalandırmak üzere onların üzerine güç sevk eder. Çünkü Hıristiyan halk, Müslüman Türklere güvenmekte, onların değerlerini üstün tutmakta, yol ayrımına geldiği zaman da onların yanında yer almaktadır. Anadolu’yu vatan haline getirenler, demek ki öncelikle kültürel fethi gerçekleştirmişler; gücü, zulmün-haksızlığın sahiplerini ezmede kullanmışlardır.

Yani Moğollar bir bakıma gücü zalimliğe dönüştürmüş ve zalimliğin sembolü olmuşlardır öylemi?

Evet, çağımızın Moğolları durumunda olan günümüz saldırganları da, onun için tedbirli davranmaktadırlar. Amerikan ordusunun, Bağdat’ı işgalinden hemen sonra Bağdatlı Arap gençlerine İngilizce şarkı söyletmeleri; neredeyse asker kadar misyoneri, süratlice eğiterek ordu peşinden işgal bölgelerine sevk etmeleri; medeniyet değerlerini aşılama-kültürel üstünlüğünü hâkim kılma endişesini taşıdığını göstermektedir. Değilse zora dayalı, askerî güce bağlı hâkimiyetin geçici olacağının farkındadırlar. 1919’da İzmir’den Batı Anadolu’ya doğru işgalini genişletmeye çalışan Yunanistan’ın da ilk yaptığı işler, kültürel hâkimiyeti sağlamaya dönüktür. Yunanlılar, ele geçirdikleri şehirlerimizdeki liselerde, Türk tarihi yerine Yunan Tarihini okutma, Türkçe yerine Rumcayı öğretme çabasına girmişlerdir. Bunları başaramadıkları yerlerde, eğitim kurumlarını kapatmayı tercih etmişlerdir. Tabii Yunan ordusunun besleyicisi olarak kiliseler, Amerikan misyoner okulları, işgalcilerin yerli işbirlikçilerini yetiştirme konusunda gayretlerini esirgememişlerdi. Çünkü Selçuklulardan bu yana, Müslüman Türk vatanı; bir İslâm diyarı haline getirilen “Diyar-ı Rum”un, yeniden Hıristiyanlığa kazanılması gerekiyordu. Ama onlar da, yoğun kültürel çabalarına, zihinleri önce bulandırıp sonra istedikleri yöne çelme gayretlerine rağmen, mağluplarına yenilmek durumunda kaldılar.

Günümüz Moğollarını bekleyen akıbetin de, bütün propaganda tekniklerini uygulamalarına rağmen aynı olacağı kolayca tahmin edilebilir. Çünkü güce tapan, haksızlığı daha doğrusu gücün haklı olduğu anlayışını güden, insanın içindeki güzellikleri öldüren bir anlayışın, hangi yaldız altında olursa olsun insan yüreği taşıyan herkesi rahatsız edeceği bellidir. İkiyüzlü, adaletsiz, çıkara tapan bir sırtlanca anlayış; ne adına olursa olsun sonuçta tarihin derinliklerine kendini gömecektir.

Osmanlı döneminde durum nasıldı. Osmanlı’nın İstanbul’u fethetmesi sadece askeri ve ekonomik gücü ile mi alakalıdır?

İşte Osmanlı’nın yükseliş demlerinde manzara, bu yönden değerlendirilirse farklıdır. İstanbul aslında, Rum tekfurunun “Mihal Gazi” adını aldığı, Holofira’nın Nilüfer Hatun adını benimseyip cami-medrese ve benzeri hayır (vakıf) eserleri yaptırmaya başladığı zaman fethedilmeye başlanmıştı. Zorlu olan sadece, Osmanlı adını “Devlet-i Ebed müddete” veren Kara Osman’ın bileği değildir. Onun Hıristiyan’a bile verdiği sözüne sadakati, ahde vefası, güvenilirliği, adalet konusundaki titizliği, dürüstlüğü içeriden fethi çoktan başlatmıştır. Aç gözlü Bizans yöneticileri, bin bir entrika içinde yönettikleri insanların mal varlıklarına, kadınlarına göz dikerken, düşmanlarındaki yüksek ruh, asil tavır, Bizans halkını etkilemiştir. Osmanlının medeniyet değerlerindeki üstünlüğü, kültürel varlığının yüksekliği, Fatih’in toplarından çok daha önce yürekleri fethe başlamıştır. Gürleyen Şahi’nin gülleleri, fizikî engel olarak arada duran duvarları indirdiği, zulmü payidar hale getirmek isteyen engelleri yıktığı zaman, asırlarca süren birliktelik başlamıştır. Artık Mora’nın fethi için, askere çok ihtiyaç yoktur. Başlarında papazları olmak üzere, Rum halkın temsilcileri; bizzat Fatih Sultan Mehmet’e gelerek tekfurların zulmünden kurtarılmalarını istemişlerdir. Mora’nın Osmanlı yönetimine geçmesi, bundan sonradır.

Bogomil Mezhebini benimseyen Hıristiyanlarla yakın temastaki Bosna halkının; İslâm’ı toptan benimsemeleri, Arnavutların “Türk olmaları”, hep aynı medeniyet ve kültür değerlerini tercihin ürünü değil midir? Kültürel üstünlük ya da daha doğru ifade ile medeniyet değerlerinin iyi temsili, o yüce misyonu taşıyanlara karşı insanlardaki meyli artırmıştır. Birçok toplum, bu yüzden Müslüman olma eylemlerine, “Türk olma” tabiri ile karşılık bulmuşlardır.
Osmanlının başarısında ekonomik ve teknolojik güç kadar hatta belki de daha fazla kültürel gücü etkili olmuştur öylemi?

Osmanlı’nın yıkılış dönemine dikkat edilirse, asıl çözülüşün beyinlerde olduğu görülecektir. Anadolu’yu Haçlı orduları, işgal etmeden çok önce kültürel işgali başlatmışlardır. İngiliz, Fransız, Rus kuvvetleri gelmeden evvel, yerli işbirlikçileri hazırlanmış, “Batının Yeniçerileri” denebilecek tıynette insanlar içimizde yetişmişlerdir. Hıristiyan Medeniyetinin düşünce öncüleri; Osmanlı’nın Hıristiyan halk içinden devşirdiği insanları eğiterek, onlara karşı kullanmasını bir türlü hazmedememişlerdir. Onun için Hammer, yeniçeriliği kuranlara defalarca “Zebani” der. Kültürel üstünlüğün bulunduğu dönemlerde karşı atağı gerçekleştirerek, içimizden kendi yeniçerilerini yetiştiremezler. Ama kendi değerlerimizi, yeni nesillere yeterince veremediğimiz dönemlerde, yetişmek üzere ellerine teslim ettiğimiz gençlerimizi, karşı yeniçeri olarak kullanmayı kurarlar. Aydın, yazar vb. kimlikleri taşıyan bu insanlarımızı, Osmanlı yönetimi ile başları derde girdiği zaman ülkelerinde barındırırlar. Başlangıçta, azınlıklarla olan o yakın temas, daha sonra İslâm inancını benimseyen insanlarımıza yönelmiştir.

Artık yerli yetiştirmeler eliyle Batı kültürünü Türkiye’de telkin, temsil mümkün olmaya başlar. Daha sonra Batı kültür ve değerlerini benimseme, benimsetme çabası artar. Millî Mücadele döneminde en çok uğraşılan düşüncenin mandacılık olduğu hatırlanırsa, yıkılışı hızlandıran kültürel çözülüş daha iyi anlaşılacaktır. Frankofiller, Almanofiller, İngiliz Muhibbilerinin yazar, aydın, yönetici konumunda bulunduğu ülke; kültürel yönden çoktan işgal edilmiş bulunmaktadır. Silâhlı kuvvetlerin, arkadan gelerek yarım kalmış işgali tamamlamaları, artık zor olmayacaktır. İşgal İstanbul’undaki, “Sodom ve Gomore”yi hatırlatan, işgalci Frenk subaylara evlerinde dans partileri düzenleyip, karı ve kızlarını onların kollarına veren insanların bulunuşu, Tanzimat öncesinden başlayan kültürel işgalin, hangi safhaya geldiğini ortaya koymaktadır.

Olay aslında kültürel işgal de mi bitiyor?
İstanbul’un fethinin yıldönümünde belki en çok üstünde durulması gereken konu da budur. Çünkü bin bir emek altı asır ayakta kaldıktan sonra neredeyse her şeyini kaybeden Osmanlının ardından kurtarılabilen Anadolu, tekrar kültürel işgale açık hale getirilmiştir. Daha doğrusu, kültürel saldırıya açıklık, Millî Mücadele döneminden sonra da devam etmiştir. Direnç noktalarına uzun süredir yapılan bilinçli saldırı, yerli-millî kültürel bilinci bir hayli zayıflatmış bulunmaktadır. İnanç ve ahlâkî tercihlerde gerileme, yabancılaşma; toplumun bütün eylemlerinde kültürel diriliğin pörsümesi anlamına gelmektedir. O zaman, devlet, vatan, millet, birlik, bütünlük deyince cansiperane öne çıkacak erler nereden bulunacaktır?

Dün Fransız askeri, İstanbul’u tantanalı bir şekilde işgal ettiğinde Süleyman Nazif, “Kara Bir Gün” makalesini yazmıştı. O yazıda, vatanın silâhlı işgaline karşı kalemle savaşın, kelleyi koltuğa alışın asil duruşu vardı. Sonuçta, kurşuna dizilmek istense de o, soylu tavrını ortaya koymuştu.
Aynı tavır, işgale uğrayan bütün vatan topraklarında görülür. Ayvalık’ta, Dörtyol’da silâhlar bunun için patlar. Kars’ta Millî İslâm Şurası o niyetle toplanıp, direnişe bilenir. Ardından, bir merkezde organize edilen Millî Mücadele gelir..

Bütün bunlar vatanın fiili işgaline karşı koyma tavrının ne kadar canlı olduğunun tarihe ait delilleridir. İşgal sadece askerle mi olur? Kültürel işgal, zihin ve kalpleri istilâ da bir düşman hâkimiyeti değil midir?
Aslında düşünülürse ikincisi, birincisinden çok daha sinsi, hain, etkili, kalıcı ve çürütücüdür. Çünkü ikinci işgalde kurtuluşa bilenme, ilk fırsatta direnerek bağımsız olma azmi yoktur. İşgalci ile bütünleşme, “müstevli ile tevhid olma” vardır. “Kültürel vatanın” işgali, aslında et-kan varlığının, müstevli hizmetine gönüllü sunumu anlamına gelmektedir. Kültürde kaybetme, bu yüzden çok daha tehlikelidir.

Kültürel işgali İstanbul’la bağlarsak hocam. İstanbul onların kalbindeki yeri nedir?


İstanbul’un fethinin yedi yıl önce kutlanışından bir örnek, böylesine bir tehlikenin ne kadar azgınlaştığını gözlerimize batırıyor. Fetih, elbette sadece bizim değil, dünya tarihinin önemli olaylarından. Hatırlardadır, 2003’te İstanbul Kültür ve Sanat Vakfının organizesiyle, İstanbul Müzik Festivali için konser vermek üzere, Ayasofya seçilir. Borusan Filarmoni Orkestrası da konser verir (6 Haziran 2003). Tarihî bir mekânda konser verilmesinde ne sakınca olabilir? Üstelik kullanılmayan tarihi eserlerin tahrip olduğunu gözlerimiz görüp dururken, bir sanat olayında Ayasofya’nın mekân olarak kullanılması, takdir edilmeli değil midir?

Aslında şu sorular bile kültürel işgalin, işgali meşrulaştırma işlevine katkıdan başka bir şey değildir.

Kültürün özü, soyut-somut bizi ilgilendiren her şeye bir anlam vermeden ibaret değil midir?

Taşa, ağaca, yazılı kâğıda, canlı varlıklara; verdiğiniz o anlam örgüsü içinde yaklaşırsınız. Değerli ya da değersiz oluş, yüklediğiniz anlamın ölçme tarzıdır. Onun için coğrafya, kültürün bakışı ile vatan olur. Daha doğrusu, kültürel vatan, coğrafyayı vatanlaştıran temel etkendir. Ama siyasî sınırları bazen çok aşabilir. Diyelim ki Türkçenin konuşulduğu her yer, kültürel vatanın bir uzvu gibi gönüllerde yer tutar.

Bu yönden birileri Ayasofya’ya sıradan bir tarihi mekân, korunması gereken “asar-ı atîka” gibi bakabilir. Ama Fener Patrikhanesi, asla öyle bakmaz. Yunanistan dâhil Ortodoks Hıristiyanlığın dini yönlendiricisi olan Patrikhane gözünde Ayasofya, kutsal bir mekândır. Dinî mahiyeti vardır. Orada musiki şöleni, Ayasofya’nın sembolik anlamına leke getirir. Onun için Patrikhane, konseri Ayasofya’ya saygısızlık olarak değerlendiren açıklama yapmıştır.
Ayasofya onlar için ebediyete kutsal ve sembolik bir mekan olarak bakıyorlar o zaman?

Çünkü asırlardır beslenen inanç, efsanevi boyutta irileştirilerek Rumlara telkin edilmektedir. Bizans'ın sembolü olan Ayasofya, geri alınacak ve tekrar kilise yapılacaktır. Geçtiğimiz yıllar Atina Üniversitesi’nin Rektörü İstanbul’da, Ayasofya’nın aslının kilise olduğunu, asli vaziyetine döndürülmesi gerektiğini söylemişti. Eğitimden geçen her megalo idea sahibi Rum’un, Rum siyasetçisinin farklı düşünmediği belirtilebilir. Zira küçükten itibaren onlar; Ayasofya’da vaaz veren papaz efsanesini dinleyerek büyümüşlerdir. Efsaneye göre; “Köpek Türkler”, Konstantinopol’ü alırken papaz vaaz etmektedir. Taş kesilerek Ayasofya’da sütuna dönüşmüştür. Rumlar tarafından bu şehir geri alınınca, sütun tekrar papaz olup, vaazına kaldığı yerden devam edecektir. Son imparator da öyledir. Aslında o da ölmemiştir. Taşa dönerek İstanbul’un bir yerinde beklemektedir. Patrikhanenin beklediği gibi…

Şu bakış, kültürün Ayasofya’ya yükle
diği anlamın, Rumlar açısından ne kadar hayatî, gelecek ve ideal yapı ile ilişkili olduğunu vurgulamaktadır. Aynı konuda Patrikliğin açıklaması, kültürel bütünlüğün Rum ve Ermeni ruhanilerinde devam ettiğini gösteriyor.
Ayasofya onlar için bu kadar önem ve anlam taşıyor. Peki bizim için, yani İstanbul’u fethedenler için bir anlamı yok mu? Bizim için ne ifade ediyor Ayasofya?

Ayasofya’ya, Fatih’in yüklediği bir anlam yok mudur? Önce ona bakmak gerekir ki; Fatih’in yüklediği anlam ve misyonun ne kadar değişime uğradığı tespit edilebilsin. Devrinde Hıristiyanlarca, doğusu-batısı ile Roma’nın imparatoru görülen Fatih, fetihten sonra, onlarca kiliseden sadece birini camiye çevirir. Çünkü Ayasofya, Türk ‘Kızıl Elması’nın ilk merhalelerinden biridir. Önündeki altın küre, Kızıl Elma olarak benimsenip-hedeflenmiştir. Halkın gönlündeki ideal yapı ile bütünleşen Fatih, Ayasofya’yı iki günde camiye çevirtir. O; kutsal resimler, cin, melek tasvirleri, Bizans ikon ve mozaikleri arasında Cuma kıldırır. Fatih’ten sonra, asırlarca resimler açıkta kalmaya devam eder. Bina içine mihrap, minber; dışına payanda ve minareler eklenir. Onlar, yüklenen anlamla birlikte Ayasofya’yı kültürümüze katan unsurlardır. O unsurları, Fatih’in vakfiyesi tamamlar. Artık Ayasofya, İstanbul Fatihi’nin değiştirilip-bozulmaması, korunması gereken vakfıdır. Yıldırım Beyazıt’ın Niğbolu zaferine şükranesi olan Bursa-Ulu Camii, Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın Konya fethinden sonra Alâeddin Tepesi’ndeki Eflatun Mescidi gibi bir şükrane/sembol mekândır. Türkler, o sembol mekânı, efsanevi övgüye de büründürerek sevip benimsemişleridir.
Geldiğimiz yani içinde bulunduğumuz nokta da durum nedir?

Gelinen yer, Türk Kültürünün lehinde olan bir nokta değildir. 1934’te Atatürk’ün imzasının olmadığı bir Bakanlar Kurulu kararı ile Ayasofya, müze yapılmış, ardından Amerikalı uzmanlara, sıva ile örtülen Bizans Mozaik ve resimleri tekrar ortaya çıkarttırılmıştır. Şimdi de konser verdirilmektedir.
Fetih; toplumun kültürel canlılığının sonucudur. Diri, cevval, atılgan toplumun; kendi coğrafyasına şekil verme azminin sonucudur... Kangrenleşen yaraya, neşter vurma gücüdür. Sıradan bir askerî olay değildir. Fetih, aynı zamanda kültürel üstünlüğün dost-düşmana kabul ettirilmesidir. Konstantinopol; mimarisi, çevre düzenlemesi, mahalleleri, meskenleri ile de Türk kültürünün kısa sürede model mekânı haline getirilmiştir. Başkent oluş o çalışmadan sonradır.

Ayasofya’da konser verilmemelidir mi diyorsunuz?
Ayasofya’daki “sanat faaliyeti” ile ilgili olarak Fener Rum ve Ermeni Patrikliklerinin gösterdiği hassasiyete denk bir kültürel hassasiyeti gösteren bir makam, henüz tespit edilememiştir. Yalnız, Prof. Semavi Eyice başta olmak üzere bazı bilim adamlarımız, o sıra tarihî mekânların konserden zarar gördüğünü, izin verilmemesi gerektiğini belirten açıklamalar yaptılar... Çünkü daha önce Aspendos Antik Tiyatrosu, Rumelihisarı, Efes Antik Tiyatrosu’nun; yüksek sesli konserlerden zarar gördüğü anlaşılmıştır. Eğer konser verilecekse titreşim, 90 desibelden yüksek olmamalıdır. Hâlbuki alkışlarla birlikte bu 130 desibele çıkmaktadır. Böylece titreşim; asırların yükünü çeken yaşlı, nem almış eserin kolonlarına, mermer vb. eklem yerlerine zarar vermektedir. Öyleyse konsere izin verilmeden önce, mekânın akustiği elverişli midir, içeri bir anda dolacak kitlenin yapıya getireceği yükü çekebilecek midir ölçülmelidir.

Bizim şu anda Ayasofya’ya bakış açımız sadece fiziki yapısına yönelik mi?
Görüleceği üzere, Türk kültürü adına gösterilen tepkiler; binanın varlığını korumaya dönük “teknik” hassasiyetlerdir. Ki bu tür yaklaşımlar, Mimar Sinan’ın Ayasofya’yı asırlardır ayakta tutan payandaları gibi koruma amaçlı, kutlanması gereken tavırlardır. Ama Fener Patriğinin kültürel-dinî hassasiyetine karşılık değildir. Atina Üniversitesi’nin rektörünün düşüncesinin karşılığını veren yok gibidir.

Denebilir ki, şimdilerde İstanbul, farklı kültürler tarafından işgal ediliyor. Ama “Kara Bir Gün” yazısını yazacak Süleyman Nazif’i yoktur. Kültürel anlamda, işgalcilere karşı bilenmiş, direnişi zafere dönüştürecek Kuvvacıları, M. M. leri, Felah-ı Vatancıları gözükmemektedir. Ama Wilsoncuları, İngiliz Muhibbicileri, Frankofil, Almanofil, Rusofilleri farklı bir kılıkta fakat aynı rolü oynamakta berdevamdırlar. Ve bu hal, ciddiye alınması gereken bir durumdur. Üniversiteler başta olmak üzere, herkes geldiğimiz noktayı ciddiye almak zorundadır. Zira kültürel işgal, kalıcı bağımlılığın kaynağıdır. Bulgar, Macar, Fin olmadan, kültürel kimliğe sahip çıkılmalıdır. Rum kültüründeki devamlılık açıktır. Türk kültüründeki kesinti ise, aslında bir fay hattı olarak sarsıntıların, hem sebebi hem de habercisi olarak değerlendirilebilir.
Peki hocam son olarak fethin 557. yıldönümünde Memleket okuyucularına vereceğiniz mesaj nedir?

Fethin 557. yılında, bedenlere ateşin bir dinamizm veren kültür ve medeniyet değerlerindeki güçten yoksunluk hissedilmelidir. Ancak o yoksunluk giderildikten sonra kalkınma, gelişme o ruh gücüne, azmine dayanarak tetiklenebilecektir.
Teşekkür ederiz
Ben teşekkür ederim

memleket.com.tr

Tarih Ve İnsan Haberleri

Dominika Neresi? 90 Güne Kadar Vize Serbest
Kur'an ve Tevrat'ta Yahudilerin sonu ne zaman? Türkler Yahudilerle Savaşacak mı?