Dünya genelinde yıl geçtikçe artan ve popülist kültürün önemli bir rant kanadını oluşturan kişisel gelişim kitapları bir dönem, her derde deva gibi milletin elinden düşmedi. Popülist kültürün dışarıdan ihraç ettiği her yazılana iman derecesinde bağlanan ve bu tür kitapları bir muska gibi elinden düşürmeyen ve başucundan ayırmayan büyük bir çoğunluk, nihayet kişisel gelişim kitapları da raflarımızı ilk şereflendirdiği(!) anda ipi göğüslemek için koşan atletler misali raflara hücum ettiler. Gelen kitabın içeriğine bakmadan onu ölçüp tartmadan hatta önsözünü dahi okumaya fırsat bulmadan, “okudum” cakasını satmak için hemen okumaya başlayan, eskilerin “snob” diye adlandırdığı yenilerin ise daha iyimser bir ifade ile “bilinçsiz okuyucu kitlesi” diye tarif ettiği bu yüksek zevat(!) nihayet kişisel gelişim namıyla meşhur bu reçeteyi de biiznillah yalayıp yuttu. Bakın sonra neler oldu:
Bu reçeteleri okuyan kendinde bir tuhaf hal buldu. Ardından “dağları ben yarattım” edasıyla yürüdü ülkemin en çağdaş caddelerinde. Çünkü kişisel gelişim kitapları bunun adına kendine güven demişlerdi. Fırsatını bulan radyo mikrofonlarına, televizyon ekranlarına, popstar yarışmalarına koştu. Kimseyi tanımadı, kırmızı görmüş boğa gibi önüne geçeni ezme iştiyakıyla yürüdü şöhret meydanlarına, kolay yoldan zengin olma arenalarına. Çünkü elindeki reçete hükmündeki kitaplar ona kazanmak için her yolu meşru gösteriyordu. “Sen varsın” diyordu, içindeki “SINIRSIZ GÜÇ”. O da ardından BEN diyordu. Her şeye çare “ben” diyordu. Kanaate, hoşgörüye, toleransa, paylaşmaya, tahammüle, dinlenmeye, dinlemeye, empatiye ve her şeye karşı ben diyordu. Başkasının başarısı onda bir rahatsızlık vücuda getiriyordu. Sonra bir ara haline baktı. Sonra kendisi gibi aynı reçeteye tabi yarış arkadaşlarına baktı. Şehir bütünüyle bir BEN olmuştu. Küçük küçük firavuncuklar dolaşıyordu sokakta, kendinden gayrisini düzenini bozacak Musa’lar olarak görüyordu. Namaz kılmayı dedesinden, kanaati babasından, şükretmeyi babaannesinden öğrenmişti. Ama artık bunlar para etmiyordu ki… Namaz kılarak, kanaat ederek zengin olunamazdı ki… Bir de “softa” “molla” yaftasını giyemezdi. Gün kendini gösterme günüydü… Durmadan alıyordu o kitaplardan… Hem o kadar çok basılmaya başlamıştı ki bunlardan. Tarlasını sürerken sabanına hazine sandığı takılan ardından “Nasıl Zengin Oldum” başlıklı bir kitap yazıyordu. Ama olmuyordu işte… Bir türlü zengin olamıyordu. Oysa en son başvurduğu işyerinde nasıl da kurum satıyordu. Kendisi gibi gelenlere nasıl da tepeden bakmıştı. Nasıl da göğsünü öne çıkarmış tek kaşını kaldırmış, içindeki benin ateşiyle nasıl da bakmıştı etrafındakilere… Bir yerde bir eksiklik vardı, bu kitaplarda bir yanlışlık söz konusu olamazdı. Eve giderken kitapçıya uğradı raflarda bir kitap çokbilmiş bir eda ile sırıtıyordu. Kitabın adı: “İÇİMDEKİ DEV”di. Hemen aldı bir tane…
Evet, abartısıyla gerçeğiyle bu haftayı da böyle doldurduk. Bu arada ben film fragmanlarında adet olan bir adeti yerine getirmek isterim. Yukarıda anlatılanlarla ve ismi geçen kitaplarla gerçek hayattaki kitaplar arasında bir ilişki yoktur. Hepsi bir kurgu ürünüdür.
Esen kalınız…