Bilkad’da ve Çınar Derneği’nde seminerler veren Ayten Durmuş’un, 9. kitabı Geleneksel ve Modern Hurafeler Kıskacında Kadın bu yıl yayınlandı. Eserde Batı’dan Doğu’ya kadın konusuna pek çok açıdan nasıl bakıldığı ayrıntılarıyla ele alınmış.
Durmuş Batı’da kadın hakları savunuculuğunun tarihi sürecini ortaya koyduğu eserinde feminizmin dinler üzerinde de etkili olduğunu ve insanların mevcut değerlerini sorgulamalarına sebep olduğunu söylemektedir. Yazara göre günümüzde Müslüman kadınların vaize ve müftü yardımcısı oluşları da bu gelişmeden bağımsız görülmeyebilir. Belki Hz. Peygamber (s)’in hanımları da vaize ve müftü yardımcısı sıfatıyla hareket etmediler ama en azından bir kısmı onların sorumluluklarından daha fazlasını üstlendiler. Onların konumlarını güncel dille ifade etmek istersek: “Onlar da vaize veya müftü yardımcısıydı.” diyebiliriz.
Eserde Dücane Cündioğlu’nun sosyal hayattaki sorumluluklarının bilincinde hareket eden Müslüman kadınlar için kullandığı “reçel yapamayanlar” ifadesine haklı olarak “kadın mazlumiyetine mideden bakıldığı” eleştirisi yapılmakta.
Yazar tarafından Osmanlı devletinden Türkiye Cumhuriyetine devam eden süreçte kadınların şu haklara sahip olduğuna işaret edilmekte: Eşit miras hakkı, arazi mirasında eşitlik, çok eşliliğe karşı bazı yaptırımlar (s. 36, 37). Bunlar eserde ilerleme olarak takdim edilmekte. Bu durumda aklımıza şu iki soru geliyor: “Kur'an kadın ve erkeğe eşit miras öngörüyor mu? Çok eşliliğe yaptırım uygulanması bir ilerleme mi?” Bu soruların cevabı “evet” değilse bu “eşitlik” anlayışı üzerine düşünülmesi gerektiği kanaatindeyim. Ayetlerin lafzının el vermediği yorumlar muhkemleştirildiğinde “Acaba kadın modernist hurafelereden nasıl arınabilecek?” şeklindeki bir soruya da cevap aranmalı değil mi?
“Geçmişten kaynaklanması dışında bir anlamı olmayan gelenekler yığınına, önerilere, oluşumlara, geçen süre içinde kutsal anlamlar yüklenmiş ve böylece geçerliliğini koruması sağlanmıştır. Vahiy iyi bilinmezse bu gelenekler din zannedilir.” (170) tespiti çok yerinde.
Eserde kadının örtünmeden ibaret görüldüğü anlayış da tenkit edilmiş. Yazar rahibelerin de iyi örtünenlerinin olduğunu ancak Müslüman kadının, tesettürün yanında ilim, irfan, kültür, amel ve özgürlük olmadan beklenilen sonucun elde edilemeyeceğini vurgulamakta.
Durmuş: “Erkekler de adınlar da gerektiği ve zaruret oluştuğu anda birbirlerinin yaptığı her şeyi yapabilirler. Mevcut ayrım sosyal hayatın daha kolaylaşması için yapılmıştır. Yoksa tekinin kutsanması, diğerinin de alçaltılması için değil.” demekte. Bu ifade kasıt ve niyet açısından güzel olmakla birlikte çözümleyici değil diye düşünüyorum. Çünkü zaruret konusu haramları bile meşru kılabilir.
Eserde Türkiye Müslümanlarının terk ettikleri “Kadınların vakit namazlarını camide kılabilmeleri” sünnetini ihya çağrısında bulunulmakta. Ne yazık ki “mescid merkezli yaşam” sünneti o kadar terk edildi ki, 5 yaşındaki kızıyla ara sıra camiye giden bir arkadaşım cemaatin bundan rahatsız olduğunu hissettiğin aktardı.
Yazarımız kadın ile erkeğin “yarışa” eşit şartlarda başlamadığını örneklerle okuyucuya sunmakta (180-181). Ne var ki, niçin yarıştıkları izaha muhtaç. Her ikisini de hayatın getirdiği sorumlulukları üstlenme konusunda işbirliği yapmakla mükellef görmek daha uygun olmaz mı?
Durmuş kadınların örtünmesi gerektiğine yapılan vurgular kadar erkeklerin gözlerini haramdan sakınmaları gerektiğine dair ayetin de gündemde tutulması gerektiğini (s. 193) ifade etmekte. Bu vurgu önemli.
Eserde Metres ve-veya birden fazla evlilik şeklinde oldukça iddialı bulduğum bir bölüm başlığı var. Bu başlığın ikinci kısmında aslında kastedilen çok eşle evlilik. Çok eşle evliliğin metres hayatıyla eşitlenmesi de bu başlık üzerinde düşünülmeyi zorunlu kılıyor. Aksi takdirde asr-ı saadette ve günümüzde “eşlerden birine tamamen meyletmeyen” (Nisa, 4: 129) çok eşle evli Müslümanların tümünü “metres tutmuş olmakla” itham etmek gerekir ki, yazarı böyle bir kasıttan tenzih etmeyi tercih ederim.