“Kar yağmıştır o dağlara; Nilgün beni unutmuştur”
Öfke içinde kar. Tedirgin, hırslı; her şeyi altına almak; kendi rengine boyamak istiyor. Kıvranıyor, savruluyor, büklüm büklüm bükülüyor.
Ateşler içinde yanan alnımı dayadım, cama. Ünlü “Selçukya Ozanı” Feyzi Halıcı “Ayrılık Üzerine Ağıt” şiirini okuyor; omuz başımda. Şiirin iki mısraı, dışarıdaki tipileyerek yağan kar gibi, dursuz duraksız dönüyor beynimde: “Kar yağmıştır o dağlara/Nilgün beni unutmuştur”. “Kar yağmıştır o dağlara/Nilgün beni unutmuştur”… “Kar yağmıştır o dağlara/Nilgün beni unutmuştur”…
“KALDIM EVLERDE YALINIZ…”
Gündüz hüzün, gece ürpertiyle karışık korku gecelerinde; “Eski Konya”. Işıksız, yolsuz; yazın toz, kışın çamur deryasında debelenen Konya. İki göz kerpiç evlerde bir çuval unla bırakılan kadınlar; “sele bülücü gibi” çocuklar. Gidenin geldiğini pek görmeyen Konya.
On altı Ocak Pazartesi. Kara teslim Konya; Konya’da Nalçacı; Nalçacı’da annemin deyişiyle “Sarı Siyit”. Veli’nin oğlu Orhan Veli gibi; “tarifsiz kederler içinde”.
Az önceki anlattığım Konya’dayım. Yaşadığı bin yıl boyunca, kendisine kimsenin acımasını istememiş, bin yaşında bir “Garadakım Gonya Gadını” söylüyor: “Loras’dan da bulut ağdı/Sulu sepen garlar da yağdı/Yolcularım hanlarda galdı/Galdım evlerde yalınız”.
“Sancakların peşinde bin yıl”, “Şam’a Şark’a” gönderilenlere yanıyor kadın… “Derviş olsam giysem hırka/Kimsem yok ki versem arka/Gönderdiler Şam’a Şark’a/Galdım evlerde yalınız…”
Konya kadınındaki “Selçukya Hüznü”nün yanında, Yahya Kemal’in duyduğu “Slav hüznü” ne ki.
ÖYLE ZILIYORUZ Kİ ALÂADDİN’DEN AŞAĞIYA…
On altı Ocak Pazartesi. Kara teslim Konya.
İstersem bin yıl geriye, istersem yüz yıl geriye; “Paşa gönlüm” isterse elli yıl geriye gidip gidip geliyorum…
Dün, 16 Ocak 1952’ydi. Fenni Fırın’ın oradan, Kasap Sinan Sokağı’ndan, Baba Sultan’dan topladım arkadaşlarımı. Uzun Halil’i, Yamalı’nın Memet’i, Horoz Rıza’yı, Sıçan Teyfik’i. Bir haftadır çerden çöpten yapmaya çalıştığımız tahta kızakları yüklendik. Düşe kalka Alâaddin Tepesi’ndeyiz. Burunlarımız soğuktan morarmış, ellerimiz donmuş.
Tam tepedeyiz; Alâaddin Kalesi’nin kuzey duvarının önündeyiz. Salıverdik kızakları, aşağıya doğru. Öyle zılıyoruz ki; şimşek gibi. Tekrar tepeye tırman, tekrar zıl. Belki yüz kez. Şükürler olsun ki, bugün “Alaeddin’in Bekçisi Dolavlı Kel Memet Ağa” yok.
Akşamın hayalindeyiz. Sobada çıtır çıtır gevremiş tandır ekmekleri; sündürme tirit. Sonra mısır patlağı; sonra kavurga; sona “Yafa portakalı”.
“KONYA’NIN AĞASINI DA, AYAZINI DA…”
On sekiz Ocak Çarşamba; akşama doğru. Konya’nın “kıraç yılanı gibi ayazı” akşama doğru çıkar. “Kıraç yılanı” nedir?” diye mi soruyorsunuz. Cahilliğinize vererek anlatayım. Konya’nın susuz “boz toprak”larında, otsuz taşlıklarında boyu bir metreyi bile bulmayan yılanlar yaşar. Bunlar öyle çevik, öyle kıvrak, öyle vahşi ki. Soktular mı, insan “vasiyeti”ni bile etmeye vakit bulamaz. Kıraç yerin yılanı korkunç zehirlidir; acayip zehiri “deyim” olmuştur.
21 Aralık’tan beri hem Türkiye, hem Konya “ZEMHERİ” yi yaşıyor. 5 Şubat’a kadar da yaşamaya devam edecek.
“Zemheri”de bütün vahşi hayvanlar, en çok da kurtlar kudurur. Eski Konyalı kurda “kurt” demez; onun adı “canavar”dır.
Kışın tam ortasıdır; Zemheri. Tam 40 gün sürer. Bir adı da “Kara Kış”tır.
“Kara Kış”ta, dağ taş karla kaplanınca canavarlar kudururmuş. Yollara düşer; “At eti, it eti, ille adam eti” diye sokranırlarmış. (Sokranma nedir, yaşlı bir Konyalı bulup bir zahmet sorun. Bir şey bilmeyip, iki de bir bana sormanıza canım sıkılıyor.”
“Halk Takvimi” diye bir şey var. Bu topraklarda yüzlerce yıl kullandığımız, ta “Uzak Asya”dan getirdiğimiz takvim.
Bu deyimleri, bu kavramları, bu yanılmaz meteorolojiyi bildiğinizi hiç sanmıyorum. Belki de duymaya duymaya, söylemeye söylemeye unuttunuz.
Konya’da kış 179 gündür. 9 Kasım’da başlar; 5 Mayıs’ta, Hıdrellez’den bir gün önce biter. 6 Mayıs, yazdır, bahardır; Hızır’la İlyas’ın buluştuğu gündür.
Asıl kış 90 gündür. İki bölümdür. 22 Aralık-31 Ocak arası 40 gündür; buna ERBAİN denir.
Erbainden sonra “HAMSİN” gelir. 1 Şubat ile 21 Mart arasında elli gün hüküm sürer.
“Kocakarı soğukları” 11-17 Mart arasında hüküm sürer; sakının.
21/22 Mart “MART DOKUZU”dur. Bu tarihten sonra bahar geldi diyen “moderin” “alafıranga” takvimlere sakın inanmayın. Güya bahar sayılan Mart sizi “müzmaal” edebilir. Az kalsın unutuyordum. Ekseri “Konya’nın ağasına da, ayazına da güvenilmez” derlerdi.
FEYZİ HALICI, hüzün içinde, Nilgün’ün unutmadığını çok aylar ummuş; kar yağmadan önce. Şimdi, bir çaresiz teslimiyet. “Kar yağmıştır o dağlara; Nilgün beni unutmuştur” diyor.
Bir türkü dönüp duruyor, boşluklarda. “Dağlar kış imiş, yolcu üşümüş…”
NAZIM HİKMET’in şiirinden bir şarkı. Sevda söylüyor; dingin, kararlı sesiyle. “Karlı kayın ormanında. Yürüyorum geceleri”
Çaresiz Doğu’dan “çaresiz”in türküsü. “Harput’tan ötesine, zaten yollar karlıydı/Vurur vurur göğsüne, başka çare var mıydı?”
FARUK NAFİZ ÇAMLIBEL, “Han Duvarları”nı okuyor üst üste” Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü/Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü”…
“Örsel Basması” gibi bir “Selçukya Gecesi” iniyor üstümüze. Mısraların gönlümüze kement attığı bir gece.
BOZDAĞLAR’IN GEÇİTLERİ; GELEMİŞ, KEMRELİK, TUTUP BELLERİ
Şimdinin Konyalısına “Gelemiş”, “Kemrelik”, “Tutup Beli” ne if1ade eder ki?
“Buymak” nedir, bilir mi çocuklarınız? “Sulu sepen” nasıl olur, anlatır mısınız? “Kepek kar” ne demektir; “kürtük” ne demektir; “Yalçı tutma” ne demektir?
Eski Konyalı, “çelen”lerden sarkan buzlara “sarkıt” demezdi; “sülük” derdi.
“Sulu sepen”le, “sepen”in arasındaki farkı söyler misiniz?
Bu kelimeleri; yalnız karla, buzla, kışla ilgili bu kelimeleri kullanmadan konuşmak. Türkçe bunları unutarak, kullanmayarak ve de bilmeyerek mi korunur? Eğer “muhafazakâr”sak, neyi “muhafaza” ettiğimiz için “muhafazakârız?”
Yormayayım sizi, içinizi daraltıyorum.
“Gelemiş Beli”, Konya-İstanbul yoluna Boz Dağlar’da geçit veren belin adı. “Kemrelik beli”, Konya-Afyon tren yoluna Bozdağ’da geçit veren belin adı. “Tutup Beli” Konya-Ankara yoluna Boz Dağ’da geçit veren belin adı.
“Herifçioğlu Sen Misel’de koyuvermiş sakalı/Neylesin bizim köyü, netsin Mahmut Makalı” misâli; netsin beyimiz “Osmanlı Belleri”ni. Ya mersedes altında, ya hızlı trene kurulmuş, ya dağ gibi otobüse yan gelmiş…