Dünya sayılarına sığmayan, ancak insanın havsalasının alamayacağı “İlahi Sayılarda Melek” kar tanelerine eşlik ediyor. Bir Melek, bir kar tanesini yeryüzüne indiriyor, özenle bırakıyor; bir kar tanesini daha indirmeye gidiyor.
Günlerden salı... Kar yağıyor Nalçacı’ya, saatlerdir... “Beynim” binbir iş hatırlatıyor; “şunları yapılmasın” diyor; “Vücudum” kulak asmıyor. . Beynime “Git allasen”, diyor... Gönlüm, ferman buyuruyor; “Bugün karla âzâde... düşünmek istiyorum... hayal etmek istiyorum” diyor. . “Gönül ferman dinlemez”... Gönlümün dediği olacak...
***
Faruk Nafiz Çamlıbel, çıkageliyor; lapa lapa yağan kar “Kardan Adam”a döndürmüş şairi...
Üstündeki karları silkelerken; “Gidiyordum, gurbeti gönlümde duya duya, Ulukışla yolundan Ortaanadolu’ya” diyor... Anlatıyor... “ Han Duvarları”nda. . .
“Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla
Savrulmaya başladı karlar etrafımızda
Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü
Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü
Gönlümde can çekişirken köye varmak hayali
Arabacı haykırdı; “- İşte Araplı Beli”
Tanrı yardımcısı olsun gayrı yolda kalana
Biz menzile vararak atları çektik hana”
***
Gök... Gökyüzü... “Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte”... “Aman vermeye” hiç niyetim yok. “İlahi müsaade”yi alırsa, her şeyi, “Beyaz bir ölümle”le örtmek kararında. . .
Mazhar Sakman “Divan Sazı”na yüklendi...
“Loras’tan bir bulut ağdı
Sulu sepen karlar da yağdı
Yolculuklarım hanlarda kaldı
Kaldım evlerde yalınız, yalınız”
Nuri Cennet, elleri dizlerinin üstünde... Yüz yıl önceki Gonyalılar’ın kanayan teslimiyeti içinde; Mazhar Sakman’ın kaldığı yerden devam ediyor:
“Derviş olsam, giysem hırka
Kimsem yok ki versem arka
Götürdüler Şam’a da Şark’a
Kaldım evlerde yalınız, yalınız”
Konya’nın Oğuz Boyları’ndan arda kalan; Kınıklardan, Kıyı’lardan, Bayat’lardan arda kalan çocuklarını yüzyıllar boyu “Şam’a, Şark’a” göndermişlerdi, saltanatları uğruna. “Gara Dakım” analar, babalar, çocuklarını, Konya’nın doğusuna düşen, şehirin kenarı “Asker Başı”ndan uğurlamışlardı; “Şam’a, Şark’a”.
Yakın zaman önce, bazı işgüzarlar; hicranın, kaybının ne olduğunu bilmeyen “Yoğurdu yumruğuyla yiyenler”, “Götürdüler Şam’a, Şark’a” mısrasını “Götürdüler Şanlı Şark”a diye değiştirmişlerdi... Kuş beyinleri ile, “Sarıkamış”ı örtmeye çalışıyorlardı.
Konya İstasyonundan yüz yıl önce kara trenlerle uğurlananlar, trenin ulaştığı son nokta, Ulukışla’da iniyorlar; iki kola yaya olarak ayrılıyorlar; yarısı güneye Arap çöllerine, yarısı yukarıya Sarıkamış’a doğru. . Konya’da kar hüzünle, ağıtlar söyleyerek yağar, her zaman. . .
***
Dışarıda kar hortumlar oluşturarak savruluyor... İnsanın yüzüne yüzüne çarpıyor; yürüyenin nefesini kesiyor. . Kapının önüne çıkıyorum... “Kar Sesi”, canlı namına ne varsa “Ferman” okuyor; tehdit ediyor...
Yahya Kemal, hala Varşova’da, yıllardan 1927; “Kar Musikileri” şiirden iki dize okuyor, telaşsız, gailesiz:
“Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu
Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu”
Dursuz duraksız söylüyorlar; “Harput’tan Ötesine” türküsünü... Bir Sabahat Akkiraz söylüyor; bir Eyüphan söylüyor.
“Harbut’tan ötesine
Zaten yollar karlıydı
Vurur vurur döşüne
Başka çare var mıydı...”
Konya’nın alacakaranlığı; “Vaktin garipsediği saatler”... Sürekli yağan kar, akşamın perde perde inen hüznü; bekleyişlerin azalan sıcaklığını da soğutuyor; uçuşan karlarla son umutlar da uçuşuyor.
***
Bedirhan Gökçe, Selçukya’nın büyük ozanı Feyzi Halıcı’nın “Ayrılık Üzerine Ağıt”ını okuyor:
“Sevdadır, çevre yanımda
Bir nice nöbet tutmuştur
Kar yağmıştır o dağlara
Nilgün beni unutmuştur
Hüznüm o, sevincim oydu
Doğan günüm, gecem oydu
Yıllardır düşüncem oydu
Hayatta güvencem oydu
Artık daldan uçan kuştur
Kar yağmıştır o dağlara
Nilgün beni unutmuştur
O’ydu ufkumda altın iz
Kaldım yollarda çaresiz
Ne yapayım, ne dersiniz?
Aşk gözümde tüten deniz
Ne çare ki buz tutmuştur
Kar yağmıştır o dağlara
Nilgün beni unutmuştur
Gönlümde dert dilim dilim
Aşkım tanımıyor iklim
Dostlar kendimde değilim
Gitti hayatım, sevgilim
Gayrı ne söylesem boştur;
Kar yağmıştır o dağlara
Nilgün beni unutmuştur”
***
Karanlık basıyor; Selçuklu Payitahtı’nı...
İnsanlık tarihinin gördüğü en büyük hengâmelerden birini yaşayan, bir milyon kişilik Haçlı Ordusu’nun tazyiki ile başkentini İznik’ten Konya’ya taşıyan Sultan Mes’ut da aynı karı seyrediyordu... Düzbel’de Avrupa Kralları’nın komuta ettiği Haçlı Orduları’nı karşılayan Sultan Kılınçarslan da tanırdı, Salı günü gün boyu birlikte olduğu karı.
***
Konya Bozkırları toz duman... Yerlerde kar bir karış... Börtü böcek, kurt kuş deliğine çekilmiş... “Selçukya Stepleri’nin Tipisi” neymiş gösterecek biraz sonra.
Kulüp’ün sarı, erguvan moru, turuncu ışıkları çoktan yanmış... Sahnede Seyyal... Her akşam, aralıksız, istenen şarkılardan birini söylüyor; “Güle sorma o bilmez, aşkı sevdayı/ Laleyi sor, sümbüle sor, mor menevşeye sor”...
“Kulüp” dolu. . “Babası”nın sandalyesi henüz boş...
Gece ilerlemekte... Kapıda “babası” görünür, sessizce köşesine yönelir, oturur. Sahnede Seyyal şarkısını tamamlar; sazlar “Karlı Kayın Ormanı”na girer. Seyyal, “Babası”na hafifçe gülümser; başlar:
“Karlı kayın ormanında
Yürüyorum geceleyin
Efkârlıyım, efkârlıyım
Elini ver nerede elin”
Her zaman bu böyle... “Babası”, “Karlı Kayın Ormanı” ile selamlanır; verilen arada Seyyal masasına gelir; bir sade gazoz ikram eder”...
***
2014’ün ilk karı, Salı...
Bugün, günlerden Çarşamba... Kar yağışının ertesi günü... Seyit Küçükbezirci, Hacıveyisler’in Siyid on yaşında. Kasap Sinan Sokağı’ndaki arkadaşları toplanmışlar. Bir aydır yapmaya çalıştıkları tahta kızakları tamam. Siyid, Şavkı’nın Memed, Horoz Salih, Datdik Musaffer Alaaddin’in Selçuklu Köşkü yanındaki tepedeler... Bir yandan bekçi Üssün Efendi’nin kendilerini görmemesi için dualar ediyorlar; bir yandan, tepeden aşağı buz bağlamış kar üstünde zıldıkça zılıyorlar...
“Zaman Yoktur” der, bazı düşünürler... Evet, zaman bence de yok.
Geçen Çarşamba, Alaaddin’de zılarken on yaşındaydım.