Nihayet lapa lapa yağıyor…
Pencereden karı izleyen çocukların nefesleriyle buğulanan camları görüyorum…
Dedelerinin kar masalı anlattığı günlerden çok uzak şimdi çocuklar…
Saatlerdir yağıyor…
Su uyusa da şehir uyumuyor…
Şehir her daim bir yeniliğe taşıyor insanları…
Zamanı tüketiyoruz da zaman kadar donanımlı değiliz hiçbirimiz…
Şehir bile kendini yeniliyor; temizliyor, pak ediyor…
Mustafa Kutlu’nun Menekşeli mektubu geliyor aklıma…
Bu kitaptaki üç hikâyeden biri Kar Üstüne Kan Damlar’dı…
Sarıkamış’ın hazin hikâyelerinden birisi…
Güçlü kuvvetli, boylu poslu Berham Çavuş’un ağır şartlara dayanamayarak sendeleyip yıkılması, sonra da vefat etmesi… Bir anlamda Osmanlı Devleti’nin sonunun tasviri…
***
Kar yağıyor; bir an önce giyinip dışarıya atsam kendimi iyi olacak.
Kara kimse dokunmadan, şehrin büyüsüne tanık olsam iyi olacak…
‘Kar üstüne kan damlar’ pek çoğumuzun bildiği bir türkünün de içinde geçiyor aslında:
Kara basma iz olur / Güzellerde naz olur / Gündüz gelme gece gel / Eller duyar söz olur
-Hop ninnayı ninnayı / Gel oynayı oynayı
Kar üstüne kan damlar / Dayanmaz buna canlar / Ne zaman düğünümüz / Sayılmıyor bu aylar
***
Sahiden de iz bırakarak ilerliyorum…
Çocuklar benden daha hızlılar…
Kartopu oynamak için kendilerini karların arasına bırakıvermişler…
Kar kadar güzel çocuklara gözlerimle nazar etmeden geçiyorum sokakları.
Kar üstüne kar damlıyor bir yandan; arkası varsın kesilmesin…
Özlemişiz diyorum kendi kendime…
Alaaddin Tepesi’nin etrafını dönerken eşsiz bir tabloya çarpıyorum… Gözümü alamıyorum bu manzaradan…
Konya böyle daha güzel…
Kaldırımların üzerini temizlemeye çalışan belediye işçilerine hayıflanıyorum…
Dokunmasalar şehre, böyle kalsa ne iyi olacak…
Tabi bu duygusal yanımın sesi…
Oysa belediyenin hem kaldırımlara hem de yollara dokunması gerekiyor…
Dokunmasalar şehre diyorum, böyle kalsa ne iyi olacak…
İnce Minare’nin yanından geçerken; kirpikleri kar toplayan çocukların içime saldığı neşeden bir parçayı düşürüyorum…
Bir an durup medreseden ses gelmesini bekliyorum; “Hocam çıkıp karı izlesek” diyecek içeride ders gören çocuklardan biri… Ve bir dersi de dışarıda idrak etmek için toplanıp çıkacaklar hep beraber…
Ne ses geliyor içeriden ne de kapıları açılıyor medresenin. İnce Minare, çoktan müze…
Kendimi bu düşünceden hızla koparıp yola devam ediyorum… Yüzüme dokunan beyaz tanelerin boyadığı bu şehir; günahlarla siyahlaşıp gitmiş…
Günahkâr olsa da bu şehir; üzerine rahmet yağmasından belli; umudu yitirmemek gerekiyor.
Vicdanlara da yağar mı kar…
Şimdi de ‘Kar şiiri’ düşüyor gönlüme bembeyaz… Sezai Karakoç’un bu şiirini kara bırakılan bir iz gibi mahsus bırakıyorum buraya:
Karın yağdığını görünce
Kar tutan toprağı anlayacaksın
Toprakta bir karış karı görünce
Kar içinde yanan karı anlayacaksın
Allah kar gibi gökten yağınca
Karlar sıcak sıcak saçlarına değince
Başını önüne eğince
Benim bu şiirimi anlayacaksın
Bu adam o adam gelip gider
Senin ellerinde rüyam gelip gider
Her affın içinde bir intikam gelir gider
Bu şiirimi anlayınca beni anlayacaksın
Ben bu şiiri yazdım aşık çeşidi
Öyle kar yağdı ki elim üşüdü
Ruhum seni düşününce ışıdı
Her şeyi beni anlayınca anlayacaksın