İslam’ın ilk yılları. Bir avuç Müslüman. Her taraftan sıkıştırılıyor, kuşatılıyor. Neredeyse nefes almalarına bile engel olunuyor.
Ammar b. Yasirler, Bilâl-i Habeşiler, Habbab b. Eretler kızgın kumların üzerinde aç susuz bırakılarak en ağır işkencelere tabi tutuluyor. Suçları: “Rabbim Allah’tır” demeleri.
İfade ve ibadet özgürlüklerini yerine getiremiyorlar. Bu da yetmiyormuş gibi, dışlanıyorlar, aşağılanıyorlar, toplumsal boykot ilan ediliyor, Şib-i Ebî Talip mahallesinde. Ümmetin çocukları aç susuz bırakılıyor. İktidar seçkini putperestler, değil biz sizin inanç ve fikir özgürlüğünüze, biz sizin fiziki varlığınıza bile tahammül edemiyoruz, diyorlar. Bu mahalleye her türlü giriş-çıkış yasaklanıyor. Sosyal, siyasi, iktisadi ambargo uygulanıyor. Bir çeşit, karantina altına alınmadır bunun adı, ilahi mesaj başkalarını etkilemesin, diye.
Vahiy de kesiliyor. Bu durum Allah elçisinde bir muhasebe dönemi başlatıyor. Önce, kendisinde bir kusur var mı yok mu? Onu araştırıyor. Acaba Rabbimi daraltan bir iş mi yaptım? diyor. Allah’la ilişkimizi bir daha gözden geçirelim, diyor. Bir nevi içe dönüyor, içini yokluyor. “Öteki”nden önce, kendisini kontrol ediyor. İç denetim sağlamsa, dış bir şey yapamaz, çünkü.
Bir psikolojik propaganda vardır Mekke sokaklarında. “Rabbi, Muhammed’i terk etti” şeklinde. Bu sözle, İslam’ın ışığıyla aydınlanacak insanların önü kesilmek isteniyor. Bir korku psikolojisi oluşturuluyor Mekke’de. Amaç, yeni dine giren mü’minlerde gerginlik ve yorgunluk oluşturmak.
Vahyin kesilmesi, asab yorgunluğunu derinleştiriyor.
Mekke’de karanlığın iyice koyulaştığı bir zaman diliminde “ve’d-duhâ” diye başlayan bir ses, ışıklar saçıyor yüreklere. Artık İslam’ın aydınlık günleri başlıyor. Zifiri karanlık, yerini hem gönüllerde, hem Mekke sokaklarında gündüze bırakıyor. Bu bir salt teselli değildi, inananlara. Bu gerçekliğin tâ kendisiydi. Bir sükûn, bir huzur düşecekti yüreklere. Allah hiç kendi davası uğrunda mücadele verenleri yalnız bırakır mıydı? Onlara darılır mıydı?
Yalnızlar, Allah’tan ilgiyi kesenlerdir.
Dargınlar, Allah’la arası açık olanlardır.
Artık İslam’ın sonraki günleri, ilk günlerinden daha iyi olacaktı. Allah’a dayanan ve sa’ye sarılan kimselere O, engin hazinesinden verdikçe verecekti. Sadece O’na güvenmek, sadece O’na dayanmak vardı. Gerisi kolaydı.
Allah, yetimken bile elçisini yalnız bırakmamıştı. Şimdi İslam’ın yetimi olabilir miydi O?
Câhiliyet çölünde yapayalnız bir “ağaç” gibi olan Elçi; bir bağa bir ormana dönüşüyordu. Onun getirdiği dava, her türlü sınıf ayrımcılığını ortadan kaldırıyordu. Bir tarağın dişleri gibi toplumu eşitliyordu. “Yoksullarla aramıza kalın bir çizgi çiz, biz onlarla eşit değiliz” diyen “tahakkümcü zihniyet” kınanıyordu. Bu sebeple; ayaktan, yürekten, bilekten, uçkurdan, beyinden, mideden, kasadan, masadan, keseden kısaca Allah’tan başkasına bağlı olan insanlar, iplerini kolay kolay koparıp gelemiyorlardı. Allah’ın “ipi” karşısında bütün iplerin izafi olduğuna inananlar koşuyordu davet çağrısına. Çünkü karanlığın koyulaştığı anlarda, onlar vardı çevresinde Elçi’nin.
İslam, Mekke sokaklarında, çarşılarda, panayırlarda, evlerde ‘gündem’ oluşturuyordu.. İster aleyhinde, isterse lehinde konuşulsun, gündemde “İslam” vardı ya! Gerisi önemli değildi. Müstekbirlerin, mütreflerin bütün iktidar seçkinlerinin “alaya aldıkları din” onların yakınlarını kuşatıvermişti. Evlerden, çarşılardan, haremden;‘Allah büyüktür, O’nun ortağı yoktur” mesajı yükseliyordu. Bütün bu gelişmeler karşısında Yüce Allah, bir şükür olsun diye Elçisi’nden, var gücüyle nimetlerin en büyüğü İslam nimetinin açıklanmasını isteyecekti, sadece.
Ne mutlu karanlıkların üstüne “duhâ sûresi”ni yeniden okuyarak gidenlere!..