Son dönemde yaşananlar ilginç bir şekilde bazı kavramların yeniden düşünülmesi gerektiğini bize gösteriyor.
Bir zamanlar birbirinden ayrılmaz iki şeydi: Milliyetçi-muhafazakâr tanımı…
İnsanlar sağda kendilerini tanımlarken milliyetçi ve muhafazakâr bir kimliğe sahip olduklarını söylerlerdi.
Bu kimlikleri de müteddeyin insanların pek çoğu tarafından desteklenir, benimsenirdi.
Türklüğün İslam’la özdeş olduğu, bir bütün olduğu, adeta mütemmim cüzü olduğu kabul edilirdi.
Türklük ve İslam’ın “et ve tırnak” gibi birbirinden ayrılamayacağı söylenirdi.
Ancak son zamanlarda özellikle Türklükle İslam’ı birbirinden ayırmaya çalışan, koparmaya çalışan bir söylem gelişmeye başladı.
Üzülerek belirtmeliyim ki, bu muhafazakar çevrelerde artık Türklük kavramının “zararlı” olduğu, bünyede hasara yol açtığı, “sakıncalı” olduğu dillendirilmektedir.
Öyle ki İslam’da asabiyet meselesi çarpıtılarak Türklüğe yer olmadığı “hissi” yayılmaya çalışılmaktadır.
Bu söylemin zannedildiği gibi “ulusalcı” olarak bilinen kesimlerden değil de kendini muhafazakâr olarak tanıtan kesimlerden duyulmaya başlanması özellikle irdelenmesi gereken bir tutum ve durum.
Çünkü Türklükle ilgili problem daha önceleri sadece solcularda bir alerji konusuyken, bunun muhafazakar aydınlar tarafından dile getirilmesi aslında nerden nereye geldiğimizin de bir nişanesi…
Maalesef Türk kimliğini muhafazakar kimlikten ayrıştırarak onu “negatif” kavramlar arasına yerleştirmek muhafazakar siyaset yapıcıların ve kendini muhafazakar olarak tanıtan aydınların son günlerde yaptığı en önemli “iş” ve “yanlış” haline geldi.
Bir zamanlar “enternasyonelist-komünist”lerin yaptığını şimdilerde muhafazakârım diyenler yapmaya başlamamıştır. Hatta onları bile aşmış durumdadırlar.
Muhafazakar kimliğin giderek Türklük kavramından onun taşıdığı değerlerden, tarihsel arka planından uzaklaştırılmasına göz yummamak gerekir.
Daha önce milliyetçi kanada yapılan eleştirilerden biri “muhafazakar kimlik”ten uzaklaşmaktı ve bu bugün de sık sık dile getirilmektedir. Hatta milliyetçi kesim bununla suçlanmaktadır.
Ancak muhafazakar kanadın her geçen gün “milliyetçilikten ve Türklük’ten” uzaklaşıyor, uzaklaştırılıyor olmasını, hatta Türklük kavramına şaşı bakmaya başlamasını da birilerinin hatırlatması gerektiğini düşünüyorum.
Bu eleştirel yaklaşımı da birilerinin ortaya koyması gerekmektedir.
Çünkü bu çarpık anlayış tam anlamıyla muhafazakar geleneğin içinin boşaltılması, dayandığı kadim değerlerden uzaklaştırılması manasına gelmektedir.
Bu sistematik “Türklük”ten uzaklaştırma stratejisinin muhafazakar kesimde ortaya çıkaracağı travma ileride daha net bir şekilde şüphesiz görülecektir.
Önümüzdeki günlerde asıl tartışma alanlarından birinin de bu olacağı kanaatindeyim.
Çünkü Türklüğün “muhafazakar” Anadolu insanında çok ayrı bir yeri var ve mevcut siyaset yapıcılar, son dönemdeki “sessiz devrim” rüyasıyla bu gerçeği görmezden geliyorlar.
Anadolu Türklüğünün “sessiz” bir şekilde kendilerine içerlediğini görememektedirler.
Bilmedikleri ya da hesaplayamadıkları şey; Türklük tıpkı “İslam” gibi bu coğrafyada “kadim” ve “pozitif” bir kavramdır ve bu “kadim” kavramın “negatifleştirilmesi”, “horlanması” Anadolu coğrafyasında hiç de hoş karşılanmaz.
Demem o ki, kaş yapayım derken göz çıkarmanın manası yoktur.
Bunun böyle olduğunu pek çok güçlü propagandaya rağmen “andımız”ın okullarda kaldırılmasında görmüş olduk.
Vatandaşların anketlerde hükümetin demokratikleşme paketine dönük en önemli eleştirisinin bu uygulamaya olduğu görülmektedir.
Andımızın kaldırılmasının doğrudan doğruya “Türk” kimliğine dönük olduğu ve vatandaşlar tarafından böyle algılandığı belirtilmektedir.
Vatandaşlar, ünlü tarihçi İlber Ortay’lının düşündüğü gibi düşünmektedirler. İlber Ortaylı’nın bir televizyon programında yaptığı bu tespitleri birileri dikkatle okumalıdır. Ortaylı o sohbetinde “ Coğrafyayla kimlik edinilmez. Mesela Fransa memleketin adıdır. Hiç kimseye Fransa'dan türeme bir isim verilmez. Bizim adımızın da Türkiye'den mülhem olması şart değil. Türkiye bir memleketin adıdır. "Türkler'in ülkesi" demektir. Eskiden Türkmen de denildiği için Anadolu'ya "Türkmenya" , "Turkia" veya "Türkmeniya" diye 12.asrın İtalyanları ad koymuştur. Bu coğrafyadaki etnik grupların kendi kimliklerini, dillerini, kültürlerini yaşatmak haklarıdır. Tabii bunu yapmak için de bilhassa onların münevverlerinin çok gayretli ve çalışkan olmaları gerekir. Önemli olan bu değil. Mühim mesele herkes kendi kimliğine sahip olur, kendi adını söyler, kendi dilini öğrenir, kendi kültürüne sahip olmaya çalışır. Fakat siz kalkıp da bu yüzden öbürünün kimliğini kaldırmasını isteyemezsiniz. Bu gülünç olur, mantık dışıdır bir kere, birileri istedi diye Türk kimliğinden niye çıkayım?”
Türklük ve muhafazakarlık meselesi aslında daha çok su kaldırır bir mevzuu.
Türklüğün sırf etnik bir tanımın ötesinde sosyolojik bir vakıa olduğunu ve bu milletin kadim değerlerinden biri olduğunu görmek gerekir.
Politika yapıcıların bu hususu dikkate almaları bazı konularda hüsrana uğramamaları için elzemdir diye düşünüyorum.
Burada ben sözü yine sözün ustası Mevlana’ya bırakmak ve bu tartışmaya bir virgül koymak istiyorum.
Mevlâna'nın Türklüğü o kadar içtendir ve Türk olmak onda o kadar içselleşmiştir ki, anlam bile anlamını Türk’te bulur: "Şeklin bil ki çadırdır; anlamındır Türk..."; bir başka yerde de: "Hintli harfleri bırak, anlam Türklerini seyret, o Türküm ben, Hintliyi bilmiyorum" der.