Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 13-15 Eylül 2004 tarihlerinde Kelam İlminin Yeniden İnşasında Geleneğin Yeri konulu bir sempozyum düzenledi. İlahiyat Fakültelerinin Kelam öğretim üyelerinin çoğunun katıldığı bu sempozyumda birbirinden değerli bildiriler sunuldu ve müzakereleri yapıldı. Bu yıl kelamcılar tarafından akdedilen ve 9.su düzenlenen sempozyum, aralıksız ve başarı grafiğini her geçen yıl yükselterek bir İlahiyat Fakültesinin himâyesinde gerçekleştirilmektedir. Amacım, önemli bir memleket olayı olan bu sempozyumdan bazı enstantaneleri siz değerli memleket okurlarına aktararak paylaşmaktır. Yeni İlm-i Kelam Hareketinin önde gelen düşünürlerinden/mütekellimlerinden Abdüllatif Harputînin memleketinde düzenlenen bu sempozyuma; Hüseyin Atay, Bekir Topaloğlu, Şerafeddîn Gölcük, Süleyman Toprak, Cihat Tunç, Emrullah Yüksel, Saim Yeprem, Muhiddîn Bağçeci, Ömer Faruk Harman, İlyas Çelebi, Ramazan Altıntaş, Nadim Macit, Bülent Baloğlu, Yusuf Şevki Yavuz, Abdülhamît Sinanoğlu, Temel Yeşilyurt, Erkan Yar, Cağfer Karadaş vb. gibi sayıları 70 küsura ulaşan çok sayıda bilim adamı katıldı. Bu sempozyumun çok başarılı geçtiğini söyleyebilirim.Bilindiği gibi İslamî ilimler içerisinde Kelam ilmi, teşekkül itibariyle ilklerdendir. Bu da Kelam ilminin konusu, amacı ve hedefleri açısından üstlendiği tarihsel duruştan kaynaklanır. Kelam, çağdaş düşünür Hasan Hanefinin dediği gibi, nasıl ki bir ülkenin asayiş ve güvenliğinden iç işleri bakanı sorumlu ise, İslam inanç esaslarına yönelik her türlü saldırıya fikirle cevap vermede ve doğru din anlayışını ortaya koymada da kelam ilmi aynı konumdadır. Şeyhül-Mütekellimîn Bekir Topaloğlu da Kelam ilmine, İslamî ilimlerin jandarmasıdır, derken, Hasan Hanefi ile aynı noktada buluşur. Dolayısıyla, yaşadığımız İslam toplumlarında inanç ve ahlakî erozyonun bütün hızıyla toplumları kavurduğu bir tarihsel dönemde Kelam İlmi de tarihi sorumluluğunu yerine getirmelidir. Nasıl ki, İslamın altın çağı olan Orta çağ İslam dünyasında İslam düşüncesini zirvelere taşıyan mütkellimler olmuşsa, yine Batıda Aydınlanma düşüncesinin itici gücü Hıristiyan teologlar olmuşsa, bugün de yaşadığımız dünyada gerçek İslamı çağın idrakine doğru bir şekilde aktarmada öncüler, mütekellimler olacaktır.Bugüne kadar İslam dünyasının içine düştüğü kaotik ortamdan çıkış yolları konusunda Müslüman âlimler üç öneriyi gündeme taşımışlardır: 1.Her çözümün İslamda olduğunu, fakat ondan uzaklaştığımızdan dolayı bu hale düştüğümüzü ileri süren savunmacı yaklaşım. Bu tezi benimseyenler daima kurtuluş Kuran ve Sünnete dönüştedir, diyorlar. Artık yaşadığımız dünyada Kuran ve Sünnete gelin demek, elma ve armut satmaya benzemektedir. Yapmamız gereken Kuran ve Sünnetten istifade ederek, çağını iyi okuyan, ileri görüşlü âlimlerin, aydınların ve entellektüellerin modernitenin meydan okumalarına karşı İslamın cevabı budur, şeklinde alternatif projelerle ortaya çıkmaları gerekir. Gerisi bedavacılık ve ne dediğini bilmemektir. 2.Olaylara tek tek yaklaşarak çözüm önerileri sunan, sorunlara tekçi yaklaşımı gözetmekle bütünü gözden kaçıran, dolayısıyla hayatı bir bütün olarak görmeyen parçacı yaklaşım. Böyle bir bakış açısı da İslam dünyasında şuur parçalanmasına sebep olmuş, seküler zihniyetin yolunu açmaya hizmet etmiştir. İslam bir bütündür, parçalanamaz. 3.İslama çağdaş değerler doğrultusunda yön vermeye çalışarak Kuran ve Sünnetin yeniden okunmasını ve anlaşılmasını savunan modernist ve reformist yaklaşım. Bu zihniyet de aşırı derecede pozitivizmin etkisinde kaldığı için imanın temellerini rasyonaliteye tabi tutalım derken, nerede ise, imandan olma noktasına gelmiştir. Ayrıca, modern hayatla İslamı bağdaştıralım derken, İslamın kırmızı çizgilerini yeşile boyama gibi bir sonuçla karşılaşmıştır. Halbuki, bütün ilahi dinlerde değişmeyen sabiteler vardır. Bunun yanında değişen yönler de vardır. Çünkü, güncelleşmeyen bir din sorunu çözemediği gibi, bizatihi kendisi sorun haline gelebilir. Ama semavi dinler, değişenlerden daha çok direniş hattını değişmeyen sabitelere göre sürdürür. Özellikle Hint-alt kıtasında ve Batıda temsilcileri bulunan bu zihniyet de görülmüştür ki, İslamı çağın idrakine bir tez olarak taşımak yerine moderniteye uydurma gibi bir yanlışlığın içerisine düşmüştür. İşte çağdaş Türk kelamcıları önce geleneği gözden geçirme sadedinde bu bakış açılarını masaya yatırmışlardır. Eğer yeni bir şey inşa edilecekse, gelenek üzerinden yapılacaktır. Geleneği görmemek, geleneğe topyekün karşı çıkmak, baştan başarısızlığa mahkum olmaktır. Dolayısıyla, gelenek bilinmeden inşa olmaz.Acaba günümüzde İslam kelamcılarının ele alması gereken konular neler olmalıdır? Bu sempozyumda soruya da cevap arandı.Kelamcı, tarihi birikimi iyi tanımakla birlikte, Müslümanların çağdaş problemleri ve çıkış yolları üzerinde kafa yormalıdırlar. Kelamcı, toplumsal olaylara seyirci değil, bir aydın sorumluluğu ve bir sosyolog gözüyle müdâhil olmalıdır. Zira içinde yaşadığımız toplumlarda milyonlarca insan açlık sınırının altında yaşıyor. İslam coğrafyaları derin sömürgecilik altında. Küresel boyutta sömürgecilik, ılımlı İslam tezleriyle Müslüman ülkelere egemen olmaya çalışıyor. Yeni bir tevhid bilinci oluşturmak kelamcıların görevi. Onlar, içinde yaşadıkları toplumların gören gözü, işiten kulağı, işaret eden yol gösterici parmağı olmalıdırlar. Örneğin, dünyanın en zengin insanı olan Buruni sultanı da, açlıktan kıvranan insanı da Müslümanlar arasında yaşıyorsa, ortada çok ciddi bir problem var, demektir. Hâlâ İslam dünyasında gelirin % 80ini % 10luk bir azınlık, gelirin % 10unu da %80lik bir çoğunluk paylaşıyorsa, o toplumda ciddi güvenlik problemler var, demektir. Eğer bir de yoksulluk ve cehâlet bütünleşmişse, işin içinden çıkmak hayli zor demektir. Ne yazık ki İslam dünyasında durum böyle. Günümüzde her türlü yoksulluğa ve sıkıntıya şükür felsefesini işleyen, başa gelen her musibeti Haktan ve kaderden bilen insanlar Müslümanların çoğunluğunu oluşturmaya devam etmektedir.O halde, bu çağın kelamcısı, sorun üreten değil, çözüm üreten olmalıdır.Artık Müslümanlar, demokrasi, insan hakları (kadın-erkek), adalet, eşitlik düzeyi gibi konularında yeni yaklaşımlar sergilemekle birlikte, yer altı ve yerüstü kaynakların, dahası gelirin âdil tüketiminin nasıl olacağı hakkında aksiyoner tavır takınmaları gerekir.Teorik ve felsefi planda ahlak tartışmaları yerine, kelamcılar, ahlâki açıdan gitgide bozulan insanlığın düzelebilmesi için Kuranın saf ahlâki ilkelerini önplana çıkarmaları gerekir. Çünkü İslam; akîdede, rubûbiyette, ulûhiyette, eylemde, ibadette vb. insan hayatının tüm alanlarında tevhidi öngören bütüncül bir hayat nizamıdır. Gitgide sekülerleşmenin de etkisiyle Müslüman toplumda İslam bir-kaç kalemlik ritüel haline getirilmektedir. Düşünebiliyor musunuz? Kuran tefsirlerinde bile, fakir ve zengini birbirine yaklaştırıcı bir yorum yerine, gittikçe aralarındaki uçurumu derinleştirici yorumların ötesinde fiili davranışlar sergilenir oldu. Artık fakir Müslümanların iç içe yaşayamadığı sadece varlıklı Müslümanların bir arada yaşayabileceği yeni tür gettolaşma, kentler ya da yeni mahalle oluşturma girişimleri dünün İslamcıları eliyle dönüştürülür oldu. Maalesef, M. Weberin sermaye, dindarları seküleştirir (dinle alakalarını olabildiğince azaltır) dediği tezi dindar çevrelerde hayat buldu. Bu sebeple, bu çağın kelamcısı, Allahın birbirimize ve doğaya nasıl tavır takınmamız gerektiğine dair İlahi maksatlara uygun ve dinin asıl amacı olan insanı mutlu kılabilecek ilkeler ortaya koymalıdır.Özetle, işte Kelamcıların toplantısından aktardığım bu görüşler, bu sempozyumdan sadece bir-kaç parça düşünce kırıntısı. İnanıyorum ki, çok yakında Kelam ilmi popüler bir ilim ve söylem haline gelecektir. Bu alanda İlahiyatçıların birikimi taşmak üzere. Bu birikim mutlaka, sivil kuruluşların himayesi ve kitle haberleşme araçları eliyle kamuoyuna taşınmalıdır. Çünkü, savrulan, kimlik krizi yaşayan, gittikçe Müslüman görüntüsünde moderniteyi içselleştirmiş yen tür Müslüman tiplemesini tedavide buna ihtiyaç olduğuna inanıyorum. Yeni gündemlerde buluşmak dileğiyle!.NOT: Bu sempozyumun bildirilerine www.kelam.org sitesinden ulaşabilirsiniz.