Londra’dan bir evi, eşyaları, hatıraları dağıtıp, dostları geride bırakarak dönmüş, yeni bir ev kurma, kutulara paketlenmiş kitapları yeni evin eski kitaplığına yerleştirirken her çıkan kitapta bir farklı duygu ve düşünceler sarıyor içimi. Kimisi, üzerine ya da kenarına düşülmüş notlar ile ilk alındığı zamanlara götürürken beni kimisi okunmuş olduğuna dair notlara rağmen şaşırtıcı bir yenilikte görünüyor. Kitapçı raflarında görüp de alıp okusam dediğim bazılarını çoktan almış olduğumu görmenin sevincine bir başka duygu da eşlik ediyor: unutkanlık?, ihtiyarlık?
Cihan Aktaş’ın göç, taşınma telaşı, yerleşiklik ve bir ev düzeni kurma kaygısı temalı yazı ve öyküleri geliyor aklıma. İyi mi kötü mü bilmiyorum ama bu duyguya artık daha aşinayız. Böyle bir telaş içinde bakalım ilk okuyacağım kitap ne olacak diyorum.
Mustafa Kutlu soruyor...
Hasan Aycın çizgisiyle ilk nerede karşılaştım, hatırlamıyorum. Dergilerde ya da geçmişte fotokopilerle çoğaltılmış çeşitli “trend” çizgilerini hatırlıyorum. “İsmet Özel” ve “Necip Fazıl” için çizdiklerini fotokopi olarak saklıyordum. Çizgilerinin albüm olarak yayınlandığını da bilmiyordum İbrahim Demirci’nin kütüphanesinde görünceye kadar. Ondan izin alarak, “Bocurgat’ı okumak” üzere koltuğumun altına yerleştirip belediye otobüsünde sayfalarını karıştıra karıştıra eve götürdüğüm vakidir. Geri iade ettim daha sonra.
Hatırat okumalarına yoğunlaşmışken, İngiltere’ye gitmeden önce müşehadat’ı okumuş, bununla ilgili bir şeyler yazsam diye düşünmüştüm. Fırsat olmadı. O kitapla beraber ya da daha sonra Hasan Aycın “Güneşin Altında/Söyleşiler”kitabını da aldım. Şimdi yeniden düzenlenen raflar arasında gözüme çarptı ve okumaya başladım. Açtığım sayfada 1993 yılında Dergah Dergisinde yayınlanmış söyleşi vardı ve Mustafa Kutlu soruyordu... Dergah henüz 38. sayısındaymış. Kitap Cemal Şakar’ın Kayıtlar dergisinde 1993 yılında yayınlanan söyleşisi ile başlıyor. “Ben kendi sırlarımın peşindeyim”
Gündüz beni gece kitaplarımı kitaplarımı gömün...
Gönle dokunan, çizgileri gibi insanın içine işleyen bir söyleşi. Yaptığım işi bırakıp okumaya başladım... Daldım gittim. “Kitap ve kütaphanenin” değil “söz ve sohbetin” olduğu bir iklimde yetişmiş Hasan Aycın. Kitapları olan ve çok okuyan bir Ali Efendi’nin hikayesini okuyunca daha da bir düşündüm. Ali Efendi, Tek Parti döneminde vefat edince vasiyeti üzerine “gündüz kendisini gece de bir kağnı dolusu kitaplarını” gömmüşler. Kitap paketlerini açıp raflara yerleştirirken kitapların gömülmesinin vasiyet edildiği dönemleri hayal etmek... Sadece Ali Efendi ve Gömülen kitapların hikayesini araştırmak, dinlemek okumak isterdim... Bu daha söyleşinin ilk kısmında üç cümleyle geçilen bir detay.
Cennet yolu üzerine kurulmuş şehirler...
Devam ediyor Aycın, “Hacca gidenlerin döndüklerinde uzun uzun ve çoğu zaman gözyaşlarıyla anlattıkları şehirler vardı: Bursa, İstanbul, Konya, Urfa, Tarsus, Bağdat, Necef, Kufe, Kerbela, Basra, Şam, Kudüs, Mekke, Medine... Bu şehirler, benim çocuk bakışımda cennetin yolunun üstünde kurulmuş gibiydiler.” Yaşadığım şehrin Cennet yolu üzerinde bulunduğunu düşünmek... Dünyaya, yaşadığınız şehre hiç böyle bakmayı denediniz mi? Sonra adı geçen şehirlerin dramı çöküyor içime birden...
Yatsıdan sonra kapanan cami kapıları...
Bursa’ya gidiyor Aycın, o yılları anlatıyor. “Bursa’ya adım atar atmaz, garip bir yalnızlığın içindde buldum kendimi. Şehir hayalimdeki resmiyle çakışmıyordu. İnsanlar o şehre ait değildi. Camilerin kapıları yatsıdan sonra kapanıyordu. Oysa o zamana kadar, nedense, camilerin kapısı kapanmaz bilirdim.” Önemli bir kayıp, “cami kapılarının kapanmasına hayret etme” bilinci.
Garip Mezar
Osman Gazi ve Orhan Gazinin türbelerini ziyaret edip ağladığını ifade ediyor Aycın. Sonra, Bursa’da kendisini yakın hissettiği ilk insanla karşılaşır. “dışarda, türbe duvarına bitişik ve gözlerden uzak bir mezar vardı. Taşında, “Kim garip olarak ölürse şehit olarak ölür” anlamında bir Hadis-i Şerif vardı. Başkaca ne isim ne tarih... Kimdi, hangi diyardan ne zaman gelmişti, ne zaman ölmüştü bilmiyordum ama Bursa’da yakın bulduğum ilk insan o olmuştu...”
Okumadan geçen yılların boşluğunu doldurmak istercesine günlerce uyumadan okumaya başlıyor Aycın. Kendini, çizgilerin iç dünyasında nasıl kuvveden fiile geçtiğinin öyküsünü anlatıyor söyleşilerinde. Kitabın ilerleyen bölümlerinde, farklı söyleşilerde, kendini ve çizgilerini, oluşum hikayelerini okumak, Aycın’ı yakından tanımayı ve onun gönül dünyasında eşyanın hakikatinin nasıl şekillendiği, dünyayı nasıl algılayıp yorumladığının samimi ipuçlarını buluyorsunuz. Kendisiyle hiç karşılaşmadım ama sanki yıllardır tanıyormuşum duygusu oluştu bende.
Küp’ü doldukça içinden sızan yazıları, çizgileri, söyleşileriyle, ilkokul ikinci sınıfa kadar yürüyemeyip, yürümeye başlayışından tutun da Balkanlardan göç hikayelerine ve daha sonrasında okuduklarım böyle bir ünsiyet oluşturdu.
Bendeki kitap, İz Yayınlarından 2007 yılında çıkmış. Sonrasında genişletilmiş bir baskısı var mı bilmiyorum. Müşahedat ve Söyleşileri okuduktan sonra çizgilerin hangi ruh ikliminde yeşerip kağıda düştüğünü daha iyi anladım. Yazdıkları okunası, çizdikleri düşündüresi, kendisi tanışılası bir ademoğlu Hasan Aycın. Kimbilir, belki bir gün, çay içip sohbet etmek de mümkün olur...