Kimsesiz Çocuklar üzerine...

Gerçek Hayat Dergisindeki çarpıcı haber ve röportajlarından tanıdığımız Bekir Fuat'la yayın danışmanımız Ali Sami Palaz görüştü.


Türkiye'de 700 bin civarında korunmaya muhtaç çocuk olduğu tahmin ediliyor. Ancak bunların da yüzde 3'üne hizmet götürülüyor. Türkiye için Dünya Sağlık Örgütü'nün öngördüğü korunmaya muhtaç çocuk sayısı ise yaklaşık 2.5 milyon.

Memleketin dört köşesinde karşımıza çıkan ya da görmezden geldiğimiz ama O'nun görmeden geçemediği kimsesiz çocuklar üzerine konuştuk.
Gerçek Hayat Dergisindeki çarpıcı haber ve röportajlarından tanıdığımız Bekir Fuat'la arkadaşımız Ali Sami Palaz görüştü.

Kimsesiz çocuklarla olan münasebetiniz nasıl başladı?
Yalan yok, işin bu noktaya geleceğini başlangıçta hiç tahmin edemezdim. Çünkü onlarla ilişkim bundan 20 sene önce çocuk yuvalarında öğretmen olarak çalışmakla başladı. Topu topu 2 yıl kadar öğretmen olarak çalıştım. Bu 20 yıl içerisinde başka başka bir sürü işte çalışsam da o dünyadan, onların dünyasından kopmam mümkün olmadı. Bu da Allah'ın takdiri. Hayatım 20 yıldan bu yana bereket içinde geçiyor. Evet işte onların gözlerine, kaşlarına, burunlarına ve elmacık kemiklerine bakarak yaşamaya çabalıyorum. Kimsesiz çocuklar meselesine geçmeden önce çocuk kavramı üzerinde durmak gerekiyor aslında. Aslında yapmamız gereken, çocuğu özne durumuna getirmek, yani hayatın merkezine koymak. Bana göre çocuk üzerine düşünmenin ilk şartı bu. Yapmamız gereken, her şeyden önce onların dilini anlamak, onların diliyle konuşmaya başlamak. Hemen her şeyi konuşuyoruz, fakat hiçbir şey üzerinde yoğunlaşmıyoruz. Bu şekilde, yoğunlaşmadan kullandığımız dil de çocuğu anlamamıza imkan vermiyor maalesef. Çocuklarla aynı dili konuşmadığımızdan, köklü ve kendimize özgü bir çalışma da yapamadığımızdan, Batı eksenli çocuk bilgisi hayatımızı dolduruyor. Çocuklarımız üzerine konuşurken, tartışırken ve onlar için kalıcı dünyalar kurmaya çalışırken medeniyet merkezli, yerli duruşu ve değerleri önceleyerek çocuğa ait bilgiyi yeniden üretmek zorundayız.

Kimsesiz çocuk deyince ne anlıyoruz; bir tanımı var mı?

Kimsesiz ya da korunmaya muhtaç çocuklar kavramı en geniş anlamıyla, sağlıklı yetişmesi için gerekli şartlarda bulunmayan çocuk şeklinde, daha dar anlamda ise, 'Toplum standartlarına göre tehlikede sayılan ve durumuna toplumca el konulması gereken çocuk'şeklinde tanımlanabilir. Bu devletin tanımı.

Bu çocukların çocuk esirgeme kurumları dışında kalabilecekleri başka yerler var mı?

Hayır, sadece devlete ait olan yurt ve yuvalarda kalabiliyorlar. Yasal olarak bunun dışına çıkmak mümkün değil. Normalde aile yanında kalması gereken çocuklar, çocuğun aileden veya ailenin çocuktan uzaklaşması nedeniyle devletin kucağına itilmiştir ne yazık ki. Çocuk Esirgeme Kurumu'nun işlevi de, bu 'itiş- kakış'ortamında devreye giriyor. On bin civarında çocuk yuva ve yurtlarda kalıyor.

Çocuk Esirgeme Kurumları üzerine düşen sorumluluğu ne ölçüde yerine getiriyor?

Bunun için aslında istatistiklere başvurmak gerekiyor. Ancak bu da kolay değil. Çünkü korunmaya muhtaç çocukların sayısı hakkında istatistiki bilgi bulunmuyor. Türkiye'de 700 bin civarında korunmaya muhtaç çocuk olduğu tahmin ediliyor. Ancak bunların da yüzde 3'üne hizmet götürülüyor. Türkiye için Dünya Sağlık Örgütü'nün öngördüğü korunmaya muhtaç çocuk sayısı ise yaklaşık 2.5 milyon.

Peki bu çocuklar ne tür sebeplerden dolayı bu kurumlarda kalıyorlar?

Aileler çeşitli nedenlerle çocuklarını koruma altına veriyor. Toplumda, çocuk esirgeme kurumlarında kalan çocukların anne ve babasının olmadığı ya da bilinmediği zannediliyor. Halbuki bu çocukların içinde anne ve babası bilinmeyenler çok küçük bir yekun teşkil ediyor aslında. Çocukların koruma altına alınma sebeplerine gelince, bunlar, "Ebeveynden birinin veya her ikisinin ölmesi, anne veya babanın evi terk etmesi sonucu çocuğa bakacak kimsenin bulunmaması, boşanmadan sonra ebeveynden birisinin başka biriyle evlenmesi sonucunda çocuğun engel teşkil etmesi, anne veya babanın bedensel ya da zihinsel özürlü olması." diye özetlenebilir. Tabii, bütün bunlar için ekonomik yoksunluk şartı öngörülüyor.

Çocuk devlete teslim edildikten sonra aile-çocuk ilişkisiyle ilgili gözlemleriniz neler?

Bu sorunun cevabı kimi zaman 'eti senin kemiği benim'pazarlığıyla, kimi zaman da 'kemiği de senin olsun'pazarlığıyla karşılık buluyor. Çünkü, çoğu mağdur ve yoksul olan aileler, 'devletin kendilerinden çok güçlü olduğu'tezinden hareketle, bir daha arkaya bakma lüzumunu hissetmiyor. Ailesinin sıkça ziyaret ettiği çocukların, sosyal hayata intibaklarının daha kolay olduğu, insanlarla daha rahat ilişki kurduklarını görüyoruz. Bir de bu kurumlarda yetişmekte olan çocuklar arasında, birkaç yıl ailesi ile beraber olduktan sonra yuvada kalmaya başlayan çocuklarla, bu süreci hiç anne-baba yanında kalmadan geçiren çocuklar arasında büyük farklılıklar yaşandığı dikkati çekiyor. Örneğin, ailesi ile birlikte kaldıktan sonra yuvalara yerleştirilen çocukların davranışları, diğerlerinin davranışlarına nazaran çok daha tutarlı bir seyir izliyor.

Çocukların her türlü ihtiyacı karşılansa bile gelişim sürecinde annesiyle arasında yaşaması gereken duygusal ilişkinin eksikliği ileride psikolojik sorunlar yaşamasına neden olmayacak mı?

Bunun kapanması esasen mümkün değil. Çocuk esirgeme kurumlarına bağlı çocuk yuvalarında çocuklar, genellikle 0-6 ve 7-12 yaş grubu olmak üzere ikiye ayrılırlar. Aynı yaş gruplarının da kendi aralarında gruplandırıldıkları bu yuvalarda, her 25-30 çocukla bir 'bakıcı anne'ilgilenir. Bakıcı anne olarak nitelendirdiğimiz 'anne'nin görevi, çocukları yedirmek, içirmek, giydirmek; yerleri süpürmek, bulaşıkları yıkamak, çocukların altını temizlemek ve banyosunu yaptırmaktır. Aslında devletin çocukla olan ilişkisi 'demirbaş listesindeki bir numara'dan öteye geçmez ve çocuğun 'bakımı'bu ilişki içerisinde gerçekleştirilir. Bu arada sözkonusu yaş gruplarındaki çocukların en çok ihtiyacı olan sevgi ve şefkat de bu çerçeve içerisinde karşılanmaya çalışılır ve 'bakıcı anne'nin bir diğer görevi de çocuğu 'sevmektir.'Zira 'bakıcı anne', çocuğa gösterdiği ilgi karşısında devletten maaş alır ve gösterdiği sevgi ancak aldığı ücret kadardır. Böylelikle devlet, 'sevgi'yi de satın alır. Çocuğu severken annenin bir 'bürokrattan'farkı yoktur aslında. Yani çocuk-anne ilişkisi bürokratik bir ilişki halini almıştır. Çocuğun fıtri yapısını az-çok tanıyan herkes bilir ki, çocuk birebir ilgi bekler. Aslında devlet de bunun farkındadır. Çünkü devlet; aile planlaması merkezleri ile kendi vatandaşlarına fazla çocuk yapmamaları, bunun çocuğun gelişimine 'ters'bir durum olduğu telkininde bulunur ve çocuğun psikolojisi açısından da bunun sakıncalı olduğunu söyler. Oysa aynı devlet, kendi kurumlarında bunu işletmekten çok uzaktır. En büyük problem de burada başlıyor. Çocukların fıtri davranış biçimlerinin bastırılması sonucunda sorun çözümsüzlüğe itilir. Sorunlar birbirini besler ve çocuk, umutsuz bir halde hayatla boğuşmaya devam eder. Onlarla birisi ilgilendiğinde, kucağına alıp sevdiğinde çocukların bu sevecen ağabeyi/ablayı kolay kolay bırakmadıkları ve onlardan hüzünlü bir şekilde ayrıldıkları gözlenir. Çocuk, tek tek bütün ayrılıkları yaşar ve tüm hüzünleri içinde barındırmaya devam eder !...

Çocuk yuvalarında nasıl bir eğitim veriliyor?
Altı yaşını aşan bir çocuk ilkokulu okumak üzere 7-12 yaş gruplarının bulunduğu yuvalara gönderilir. Bu yuvaların kapasitesi genellikle 60 ila 100 çocuk arasında değişir ve çocuk ilkokuldan mezun oluncaya kadar bu yurtlarda barındırılır. İlkokulu bitirinceye kadar çocuğun hayatı, yuva ve okul arsındaki yoldan ibarettir. Çocuğun yuvadaki dünyanın dışına çıkabilmesi, kurumlarda görevli olan nöbetçi görevlinin rizikolara katlanabilme ve idareden gelen eleştirilere tahammül gücüyle orantılı. Çünkü söz konusu kurumlarda çocuğa tek başına hareket etme alanı tanınmaz. Bireysel yaşamdan ziyade 'komün yaşam'ın kuralları işletilir. Gruplar halinde yemeğe gidilir, gruplar halinde yatılır/kalkılır, gruplar halinde banyo yapılır, gruplar halinde tuvalete gidilir, gruplar halinde ders çalışılır ve yine gruplar halinde saçlar kırpılır... Böyle bakıldığında, çocuk yuvalarını çocuk kışlalarına benzetebiliriz. 1995-96 doğumlu çocukların 'askerlik'yaptığı yerlerdir! Çocuk -çok değil- 8 sene sonra terhis olacaktır!.. İçe dönük bir eğitimin verildiği yuvalarda çocuklar, 'toplum'içinde en iyi olmaya değil, 'yuva'içinde en iyi olmak üzere programlanırlar. Mesaj belli: "Birimiz hepimiz için, hepimiz birimiz için." Yuvada verilen eğitimin bir işlevi de çocuğa sahiplik duygusunu kazandırmak olması gerekirken, bu mümkün olmaz. Çünkü çocuğun benim diyebileceği bir eşyası yoktur. Elbiseyi 'anne'ilk önce kime giydirirse, bir dahaki yıkamaya kadar o elbise onundur. Bu nedenle 'kendi eşyasını'koruma alışkanlığı edinmesi de kolay kolay mümkün olmaz.

Çocuklar yuvanın dışındaki dünya ile ilişkilerini kurarken ne tür sorunlarla karşılaşıyor?

En ciddi meselelerden biri bu. bu kurumlarının işlevi çocuğu topluma kazandırmak olması gerekirken, çocuğun okuldaki ve toplum içindeki statüsü o yaşlardan itibaren belirlenir. Örneğin okulda, bu kurumlardan gelen çocuklar tespit edilir ve onlara diğer çocuklardan farklı muamele edilir. Bu muamelenin iyi ya da kötü olması başka bir şey. Ama her halükarda bu muamele farklıdır. Çocuğa göre diğer arkadaşları 'kasabalı', kendisi ise 'yurtlu'dur. Bu statü yalnızca çocuğun kendine biçtiği statü değil, aynı zamanda hem yuvadaki eğitimcilerin, hem okuldaki eğitimcilerin, hem de toplumun çocuk için belirlediği statüdür. Ve çocuk, hayatının geri kalan kısmında kendini böyle bir konuma koyarak yaşamını sürdürür. Bir bakıma çocuk toplumdan ayrılmıştır.

Peki ya yetiştirme yurtları? Orada durum nasıl?
Yetiştirme yurtlarını askeri kışlalara benzetmek hiç de yanlış olmaz. Sözünü ettiğimiz kışla havasını yayan özellikler; geniş yatakhaneler, yemekhaneler vs'dir. Yetiştirme yurtlarının bu şekilde düzenlenmesi çocuk açısından sağlıklı bir durum değil aksine çocukta psikolojik açıdan menfi etkiler yaratabilecek ve çocuğu 'yurt'sonrası yaşama hazırlamaktan uzak bir etken. Dolayısıyla geniş yatakhane, yemekhane tipli yetiştirme yurtları yerine, aile ortamına daha yakın olan küçük odalar ve küçük grupların barındırıldığı ev tipi organizasyonlar tercih edilmeli. Bu tip küçük aile birimleri şeklindeki sosyal hizmet uygulaması çocuğun gelişiminde hali hazırdaki yaygın yetiştirme yurdu tipolojilerine kıyasla daha uygun olur. Yetiştirme yurtlarındaki ortamın kışla havası yaydığı görüşünü daha belirgin hale dönüştüren özelliği ise bu kurumların -özellikle Anadolu'da- şehir merkezlerinden uzak bir yerde olması. Sosyal hayatın askeri ve sivil yüzünü temsil eden devlet, bu uygulamalarıyla korunmaya muhtaç çocukları doğrudan askeri safa yerleştirmiş olur. Dolayısıyla çocuğun sivilleşme, sivil hayata adapte olma şansı da böylelikle ortadan kalkar. Bu bakımdan eleştirisini yaptığımız durumun bir an önce ters-yüz edilmesi gerekir. İşte bu kışla ortamı içinde çocuğun bütün ihtiyaçları karşılanmış olsa bile çocuk kişisel ilişkiler, günlük yaşantı ve deneyimler yönünden eksik kalıyor.

İnsan hayatının en hassas dönemlerinden biri olan ergenlik nasıl geçiyor yetiştirme yurtlarında?

Çocuk esirgeme kurumlarında kalan çocukların temel problemlerinden birisi tam anlamıyla yerleşik bir düzene geçememiş olmaları. Zira çocuk yuvadan ayrıldıktan sonra ilkokulu okumak üzere, daha sonra ortaokulu okumak üzere ve sonra da liseyi tamamlamak üzere bir yerden başka bir yere göç etmek zorunda bırakılır. Böylelikle çocuk, hayatın her evresinde alıştığı sosyal ortamdan koparılır ve yeniden bir sosyal çevre kurmak zorunda kalır. Bu da hayata her zaman yeniden başlamak anlamına geliyor. Sürekli sosyal çevresini değiştirmek zorunda kalan çocuk, işte ergenlik çağına geldiğinde de kolay yolu tercih eder ve yeni bir sosyal çevre kurmak yerine, kurumun dışındaki hayata küser ve içe yönelir. İç dediğimiz şey, çokça kader birliği yaptığı arkadaşları, biraz eğitimciler, biraz mutfak görevlileri ve biraz da idarecilerdir. Böyle bir yaşamın içinden geçen çocuk, ergenlik çağına geldiğinde dışarıdaki akranlarına nazaran daha asi ve baş edilmez olur. Gizliden gizliye hesap sorar bu düzenden ve çevresine zarar vermeye başlar. Öte yandan çocuk-daha önce de aktarmaya çalıştığımız gibi-ancak toplu yaşamasını bilir, lakin topluma ayak uyduramaz ve artık gerçekten kimsesizdir.

20 yaşını dolduran çocuklar için yurtların kapısı hayatın neresine açılıyor?
Yetiştirme yurtlarındaki yaşama ilişkin bir şeyler dinleyen çoğu insanın en çok merak ettiği soru bu aslında. Bu sorunun cevabı, yetiştirme yurtlarında kalan çocukların kurabildikleri sosyal ilişkilere göre değişiyor esasen. Örneğin ailesi olup da yurtta kaldığı sürece aile bağlarını koruyabilen veya ailesi tarafından sıkça ziyaret edilen çocuklar için 'o kapıdan'çıkmak, diğerlerine oranla daha kolay. Kendisini bekleyen hayat, ailesi olmayan çocukların yakasına yapıştığı kadar sert yapışmaz onun yakasına. Bu bağlamda, yetiştirme yurdu hayatının son dönemlerinde çevredeki esnafın herhangi birine kendini sevdiren çocuk kendine yatılı kalabileceği bir iş ayarlar çoğu zaman. Diğer yandan, 3413 sayılı yasa gereğince devlet, kamu kurum ve kuruluşları vasıtasıyla reşit olana kadar Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü tarafından bakılan ve korunan çocuklar için, her yılbaşındaki, hangi statüde olursa olsun, serbest kadro mevcutlarının binde biri nispetindeki kısmını ayırarak bu çocuklar arasında yapılacak giriş sınavlarında başarılı olanlar arasından atama yapmakla yükümlü. Yani devlet açtığı her hizmetli memur sınavında işe aldığı her bin kişiden birinin bu yurtlardan alınmasına imkan tanıyor. Bu arada ailesi olmayan, yurttan çıkarıldığı sırada sosyal çevresini kuramamış ve bin kişiden biri olmayı becerememiş çocuk ise sokağa 'merhaba'der. Ayrıca şunu da belirmek gerekir ki, 'ailesi olan her çocuk ailesinin yanına gidiyor'şeklindeki bir yaklaşım da çok doğru değil. Zira çocuk kimi zaman ailesi onu küçük yaşta bu kurumlara bıraktı diye onlardan nefret eder ve kalbinin kapılarını hayatının sonuna kadar ailesine kapalı tutar. Aslında çocuğun yurttan çıkarıldıktan sonra bu kadar çaresiz kalmasındaki en büyük etken, çocuk esirgeme kurumlarında verilen eğitimin onu hayata hazırlamak gibi gaye gütmesi yerine, 18 yaşına kadar muhafaza etme anlayışı. Yani çocuk eğitilmez, büyütülür! Bu anlayış içinde büyüyen çocuk da, büyüten idareci de 18'e kilitlenir. Dolayısıyla çocuğun 18'inden sonraki hayatına dair hiçbir plan program yapılmaz. Koruma sonrasında kurum yaşantısından ayrılan gençlerin toplum içinde desteklenmeleri ve izlenmelerinin yetersiz kaldığını söylemeye ise gerek yok!

Yapılanların daha iyi yapılması, yapılamayanların da yapılabilmesi için neler gerekiyor; somut önerileriniz var mı?

Esasen korunmaya muhtaç çocuğu yaratan sosyo-ekonomik şartları ortadan kaldırmaya yönelik politikalar üretmemiz gerekiyor. Tüm bilimsel veriler ve araştırmalar, insanlığın on binlerce yıllık tarihi çocuğun en uygun yetişme ortamının aile yanı olduğunu, ailenin çocuğun psiko-sosyal gelişiminde çok önemli bir yere sahip olduğunu gösteriyor. İnsanların hayatlarını daha müreffeh yaşayabilmesini amaç edinen sosyal devlet, günümüzde özellikle dayanışmacı ruhun azaldığı bir dünyanın vicdanı olarak, sosyal adaletin tesisi için büyük önem arz ediyor. Ama unutulmasın ki sosyal devlet olmak, yurttaşlarına sunulan 'sosyal hizmetlere'gereken önemi vermekle mümkün hale gelebilir. Bu nedenle toplumun dinamiklerini ailenin korunmasına doğru yönlendirmek zorundayız. Esasen aile odaklı politikalar üretemememiz, bu sancının ana kaynağı. Aynı zamanda bu sancının önemli bir boyutu Türkiye'deki sistemin kendisinden kaynaklanıyor. Batıcı dünya görüşü başlangıçta sadece kültürel değerler olarak getirilmek istendi ülkemize. Yapılan faaliyetler Türkiye'de geleneksel yapıyı yıkmak ve Batı değerleri istikametinde yeni bir toplumsal yapılanışı sağlamak amacına yönelikti. Onun için geleneksel yapı yoğun darbelerin hedefi oldu. Fakat uzun süre toplum, ailesini bir sığınak gibi kullandı ve direndi. Oysa şimdi Türkiye'de aile kurumu krizde. Bu krize yol açan temel etken ise, ülkemizdeki Batı karakterli sosyo-ekonomik yapı. Bu yapının yeniden sorgulanması gerekiyor. Aile her toplumun ilk mektebi. İlk erdemlerin alındığı ocaktır orası ve şimdi bizim bu mektebimiz, tehlikelerle karşı karşıya. Bunun üzerinde düşünüp kurtuluş kapısına yönelmeliyiz. Hiç akıldan çıkarılmaması gereken bir gerçek var: İnsanı ancak insan paylaşabilir, insanı kurumların paylaşması imkansız.