Masamın üstünde, Nazım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları” duruyor. Bölüm bölüm okuyorum. Bu kaçıncı okuyuşum, kim bilir.
Dün, bu yazıyı yazmaya hazırlanırken, “Memleketimden İnsan Manzaraları”na takılıp kaldı, gözüm. Ah, “Konya’dan İnsan Manzaraları da yazılsaydı” diye geçti içimden.
Sonra, mahzunlaştım birden. Bin yıllık bir “Gözde Şehir”, yani, “Kadim Konya”, romanlara, hikâyelere öyle az konu olmuştu. “Bu toprakların insanı”nın yaşam serüveni öyle az kayda geçmişti ki…
Nazım Hikmet “Kuvayı Milliye Destanı”nda Akşehir Üstünden cephane yüklü kağnılarla Afyon’a akan Konya Kadınlarını kısacık bir bölümde ölümsüzleştirerek mısralarla tespit eder. Tarık Buğra, “Küçük Ağa” romanı ile Kurtuluş Savaşı Akşehir’ini, Davraş Dağlarındaki silahlı sivil direnişçileri anlatır… Sabahattin Ali, Konya’da öğretmenlik yaptığı zamanlardan ‘Konya hikâyeleri” yazar.
Konya’da doğup, Konya’da kalıp “Bu toprağın Hikâyesi”ni, binbir meşakkatin arasında fırsat buldukça yazan bir Celalettin Kişmir var; bir Mehdi Halıcı var; bir Zeki Oğuz var. Yaklaşık altmış yıl önce yayımlanan Celalettin Kişmir’in “Peynir Gemisi”; Mehdi Halıcı’nın “Gülen İnek” ve “Karides Durağı”; ve Zeki Oğuz’un bütün hikâye kitapları, elbette, “Konya Hikâyeciliği” adına bir teselli. Ama “Konya’da bin yılın insanı serüvenleri”ni anlatan kitaplar bunun yüz katı olmalıydı.
Ahmet Hamdi Tanpınar ünlü “Beş Şehir” kitabının Konya bölümünde, Konya türkülerine değindiği satırlarda; “Anadolu’nun romanını yazmak isteyenler ona mutlaka bu türlerden gitmeli” der. Hemen söylemem, buna ek yapmam gerek; Anadolu’nun Nehir Romanı” yazılırken “Konya’nın Romanı” yazılmamışsa eğer, “Anadolu’nun Nehir Romanı” eksik kalır.
Yaşar Kemal, “Çukurova’nın Romanı”nı yazdı, binlerce sayfa. Kemal Tahir, “Çorum Dolayları”nın insanını romanlarıyla ölümsüzleştirdi. Orhan Kemal, “Çukurova’nın küçük insanları”nın büyük romanını Türk edebiyatına miras bıraktı. Peki, nerede dünyanın gördüğü en büyük belalardan “Haçlı Seferleri” ile “Moğol İstilası”nı göğüsleyen “Konya Oğuz Boyları”nın romanı?
BAŞARABİLİR MİYİM ACABA; “KONYA’DAN İNSAN MANZALARI”NI YAZMAYI?
-Masamın üstünde, Nazım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları”… İçimden bir “İç Ses”… “-Dene” diyor; -Neyi deneyim, diyorum; “Konya’dan İnsan Manzaraları”nı yazmayı dene, diyor.
-Evet, deneyeceğim… Yaşamlarına, geçen son altmış yılda, şahit olduğum öyle insanlar var ki… Yaşam serüvenlerini öğrendiğim öyle insanlar var ki…
Yalnız, bir benim yazmaya çalışmam yetmez. Başkaları da yazmalı… Son yıllarda genç bir kuşak var; “Konya Edebiyat Dünyası”nda. Çoğu da gerçekten yetenekli.
Yılmadan yazarlarsa “üslup sahibi” olabilirler. “Konya Toprağının İnsanı”nı geç kalınmış olsa da, “Türk Edebiyatı”na eklemleyebilirler.
-Söylemesi ayıp değil. “Konya insanı” konulu romanlar babında; Konya İnsanı konulu hikâyeler babında Konya gerçekten fakir kaldı. Bu açık mutlaka kapatılmalı.
Yazılırsa, binlerce Konya Hikâyesi’nden birinin kahramanı, yani kişisi olacak “Madenci Hüseyin Ağa” ile başlayalım; “Konya’dan İnsan Manzaraları” denememize…
“BALIĞIMI İSTERİM”
Konya, Konya olalı böyle “kıtlık” görmemiş. Yedi yıl ardı ardına ekin bitmemiş; yer demir, gök bakır… Halk ot yayılacak; ama ot da yok. Ot da yağmura bağlı; yağmur olmazsa ot olur mu?
Konya köylüklerinin adamları, belki amelelik bulurum, umuduyla şehre yığılmış… Şehir’in adamı, zanaatkâr olanlar, keserini, bıçkısını alan Ankara’ya, İstanbul’a yürümüş.
Hüseyin Ağa, daha, “Madenci Hüseyin Ağa” değil… Araplar’dan Akcamii’nin oralardan, bir “şehir çocuğu”… “Kulağı kesik” denecek kadar tanınmış bir “Delikanlı”, “Araplar çocuğu”
Aç kaldı kalacaklar; karısı ile yedi yaşındaki yetim yeğeni oğlan çocuğu ile…
“İzmir’de iş var” diye rivayet ederler… Yorganlar sarılır, yola düşülür…
Cepte memleketten getirilen üç/beş lira… Günlerce amele pazarına çıkar. “Hüseyin Ağa… Gel şu işi yap”, diyen şöyle dursun; yüzüne bile bakan olmaz. Boş, işsiz adam binlerce…
Hüseyin Ağa perişan. Araplar’ın namlı delikanlısı, elinde yeğeni yedi yaşındaki Ali dükkân kapılarında. “Beni boşverin, şu çocuğa varsa yarım ekmek verin” diye…
Kimisi verir, kimisi vermez. Aç çocuk bir Ali değil ki…
Cebinde son bir lira var. İp alır, olta alır; deniz kıyısına oturur; balık tutup aç yeğenlerine yedirmek için.
Günlerce oturur deniz kıyısında, olta denizde; açlıktan bayılıp bayılıp giden yeğeni dizinde uyuklar.
Yedinci gün, olta deli deli sallanır; hemen çeker çıkarır Hüseyin Ağa. Kuzu gibi bir balık.
Balığı eline alır, çocuğu sırtına bindirir, koşar kulübesine…
“-Aman kadın” der, “Koş komşudan acıcık bir yağ, bir de tava bul. Balığı şu çocuğa yedirelim.”
Karısı Fadim de, perişan, açlıktan dembeste gibi… Komşu gecekonduya koşar yağ için, tava için. Balık, mutfak niyetine kullandıkları aralıkta…
Bir çığlık duyulur; “Hüseyin, balık yok” diye. Hüseyin Ağa koşar, gerçekten balık yok…
Hüseyin Ağa, anlatır gerisini, bana…
“-Siyidim, iki dizimin üstüne gelivirmissim. Allah’ım ben balığımı istiyorum. Yedi gün aç çocukla oltanın başını bekledim. Bir balık verdin…”
“Kedinse kedi, köpekse köpek; in’se in, cin’se cin. Kim alıp götürdüyse… Ben balığımı isterim. Tamam ki tamam; ben balığımı isterim..”
Kadın ağlamaya başladı, ellerime kapandı. –Allah aşkına Hüseyin, sen delirirsen ben bu çocukla ne yaparım elin memleketinde?
“-Yoo, kadın, dedim, vallaha her zamankinden aklım daha başımda… Ben balığımı isterim” dedim.
-Hiç durmuyorum, aralıksız bağırıyorum; ben bağımı isterim…
-Az sonra, kuzu gibi bir kedi kapıda göründü; gözleri gözlerimde… Mav mav diyor, ağzında benim balık… Kediye, koy len oraya, dedim. Hala yüzüme bakar; mavv, mavv…
“-Koy len oraya, kooy, diye bağırdım. İki adım önümüze bıraktı balığı; bizi hiç tınmadan arkasını döndü, ağavari adımlarla çıkıp gitti.
-Fadim, o balığı pişirdi, yetim yeğenime yedirdi. Ne anlarsanız anlayın gari…
***
On, yirmi taksisi olan Konya’ya, “Araplarlı Hüseyin Ağa”, “Madenci Hüseyin Ağa” olunca ilk Gadillak taksiyi getirdi.
Hikâyeyi Madenci Halil Ağa’dan dinledim; tevatür ediyor mu, acaba deyip karısı Fadim Abla’dan da, yetim yeğeni acentacı Ali’den de ayrı ayrı doğruladım.