Konya Konya olalı böyle 'Bilimsel İftira' duymadı

Son zamanlarda Konya özelinde yeniden gündeme taşınan ‘mahalle baskısı’ konusunda Konya Selçuk Üniversitesi’nden Prof. Çukurçayır’ın çarpıcı iddiaları var.

Son zamanlarda Konya özelinde yeniden gündeme taşınan ‘mahalle baskısı’ konusunda Konya Selçuk Üniversitesi’nden Prof. Çukurçayır’ın çarpıcı iddiaları var. Çukurçayır, Binnaz Toprak’ın “Türkiye’de Farklı Olmak: Din ve Muhafazakarlık Ekseninde Ötekileştirilenler” başlıklı araştırmasında yaptığı şeyin bir “itiraf ettirme çabası” olduğunu söylüyor. Bu tezini de konuşulan denekler ve araştırmaya katılan araştırma görevlisi meslektaşlarının beyanlarına dayandırıyor

Bu yazı için öncelikle içinde yer aldığım akademik camiadan özür diliyorum. Bu yazıyı yazıp yazmamak konusunda çok sıkıntı çektim... Çünkü, bilimsel yöntemin “evrensel ölçütlerine” aykırı dokundurmalara kayabilirim endişesi yaşadım. Ancak, Haber Türk’te Nedim Gürsel’i de dinleyince bu konudan rahatsızlığım oldukça arttı ve sıkıntılarımı kamuoyu ile paylaşmak istedim...

Efendim, konumuz ‘mahalle baskısı’. Bbu konu epeydir Türkiye’nin en afili ve rant sağlayan konuları arasında yer alıyor. Şerif Mardin Hoca sağ olsun, bu kavramı kullandı da, bütün baskıcı mahallelerin imdadına yetişmiş oldu. ‘Mahalle baskısı’ kavramı adeta sihirli bir anahtar oldu... Şimdi bu kavram Türkiye’nin gündemine yeniden girdi. İki hafta kadar önce Tarafsız Bölge programında ‘mahalle baskısı’ ve Konya tartışıldı. Programın temel tezi şu: Türkiye’de mahalle baskısı vardır. Bu baskı yalnızca belirli bir kültürden kaynaklanmaktadır ve o kültürün önemli adreslerinden birisi de Konyadır.

Gazeteci huzurunda mülakat

Programdaki konuşmacılar ve özelikle ‘akademisyen konuk’ Konya’da “derinlemesine mülakat yöntemiyle” bir araştırma yaptığını (2008’in sonunda kamuoyuna duyurulan Türkiye’de Farklı Olmak: Din ve Muhafazakarlık Ekseninde Ötekileştirilenler adlı araştırma) ve Konya’da oldukça fazla mahalle baskısıyla karşılaştığını belirtiyor... “Derinlemesine mülakat yöntemi”, “azınlık durumunda olan ve çoğunluk içerisinde sıkıntı yaşayanların durumunu anlamak” için kullanılan bir yöntem olarak tanımlanıyor. Ancak, bu yöntemin hem bu araştırma özelinde hem de sosyolojik araştırmalarda bir yöntem olarak -Ali Bulaç’ın 9 Şubat 2009’da da aynı araştırmayı ‘anlamaya’ çalışan yazısında da belirttiği gibi- bir “itiraf ettirme” yöntemi mi, yoksa bir “anlama ve tanıma” yolu mu olduğu çok tartışmalıdır. Hemen ve fazla uzatmadan belirtmek istiyorum ki, Prof. Binnaz Toprak’ın yaptığı bir “itiraf ettirme çabası” olmuştur. Çünkü, konuşulan deneklerden üçü ve birlikte çalıştığım araştırma görevlisi meslektaşlarımdan öğrendiğim kadarıyla Prof. Toprak bazı konuları “itiraf ettirmek” için çok çaba harcamış. Özellikle bu çalışmanın bilimselliği konusunda derin kuşkular uyandıran bir yöntem izlenmiş. Çünkü, seçilen bayan arkadaşlara “iki gazeteci” ve çok sayıda fakülte yöneticisinin yanında çeşitli sorular yöneltilmiş. Bilimsel yöntem açısından sorunların ilki burada ortaya çıkıyor: Gazeteci ve yönetici huzurunda hangi “denek” doğru ve içten cevaplar verebilir?

Konya’ya mahalle baskısı

Soruların içeriğine gelince tam bir “itiraf ettirme” yöntemi uygulanmış. Çünkü, ilk soru “İçki içebileceğiniz mekânlar var mı?” Acaba, çağdaşlaşmanın tek ve en önemli göstergesi bayanların alkol kullanması mıdır ki, doğrudan böyle bir soru soruluyor? İkincisi de “Bayan olarak kendinizi Konya’da rahat hissediyor musunuz?” Arkadaşların hemen hepsi Konya’da “o tür” bir sorunla karşılaşmadıklarını ve “baskı” hissetmediklerini belirtince, Prof. Toprak “Yanılıyor olmayasınız. Ben baskı olduğunu biliyorum” biçiminde ifadelerle “yönlendirme” ve “itiraf ettirme” söylemini kullanmış. Bu arkadaşlarla hala birlikte çalışıyorum ve konuyu tekrar konuştum ki, yanlış bir adım atmayayım.

Şimdi sormak istiyorum: Konya’da ‘mahalle baskısı’ mı var yoksa Konya’ya ‘mahalle baskısı’ mı var? Buradaki insanlar, bu tür “yakıştırmalardan” çok rahatsız oluyor ve gerçekten üzülüyorlar... Yaklaşık 20 yıldır Konya’da akademisyen olarak çalışıyorum ve Konya’yı anlamaya çalışıyorum.

Bugün Konya’da faal üç üniversite var

ve dördüncüsü de önümüzdeki yıl açılacak. Yaklaşık 100 bin üniversite öğrencisi var Konya’nın... Türkiye’de ilk 500’e giren sekiz, ikinci 500’e giren onlarca firması var... Sürekli gelişen ve kendini yenileyen kent, küresel sistemle eklemlenmiş ve büyük bir dönüşüm yaşıyor. Her Türkiye kenti gibi Konya’nın da “ortalama” sorunları ve sıkıntıları var... Ama, bunlar arasında kesinlikle “mahalle baskısı” yok. Çünkü, Konya’da kim hangi hayatı isterse yaşıyor. Konya’nın çağdaşlaşmasını “alkol tüketilen mekânlar”la ölçmeye çalışanlara şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, birkaç tane “beş yıldızlı” ve çok sayıda diğer standartlarda mekân bulabilirsiniz. Ayrıca, Konya kendini size ispat etmek zorunda mı? Herkesi ve her yeri kendi değerleriyle kabul ediyorsunuz da, Konya’ya neden bu “çifte standardı” uyguluyorsunuz?

Konya’da “kılık kıyafeti” ve “alkol tüketimini” merak ettiğiniz kadar, Konya’nın yoksulluk, alt yapı, istihdam, eğitim v.s. gibi sorunlarını neden merak etmiyorsunuz? Kentlerin modernleşmesini ölçmek için neden başka ve gerçekten “bilimsel” parametreler kullanmıyorsunuz?

Ne Konya’yı, ne Kayseri’yi, ne Diyarbakır’ı, ne Erzurum’u, ne de İzmir’i ve başka kentleri belirli “şablonlara” mahkum ederek anlayabiliriz. Türkiye’de büyük bir değişim ve dönüşüm yaşanıyor. Olumlu yanlarının yanında büyük olumsuzlukları da beraberinde getiren bu dönüşümü anlamaya çalışalım.

Kanaate uygun araştırma

Nedim Gürsel’e ne demeli? “Derin Anadolu” isimli kitabıyla ilgili Haber Türk’te yaptığı değerlendirmede o da Konya’da ve Kayseri’de ‘mahalle baskısı’ olduğunu söylüyor. ‘Tekil’ bazı örneklerden ve ‘rastlantılardan’ yola çıkarak nasıl genelleme yapılabilir ve nasıl bu kentler ‘mahkum’ edilebilir? “Efendim, Kayseri gelişmiş ama merkezde muhafazakarlık var. Efendim, falan yerdeki Bizans eserleri güzel de, efendim filan yerdeki Ermeni eserleri muhteşem de “fetihçi ve milliyetçi” söylemi sıkıntılı buldum. Anadolu’nun tarihi Selçukluyla başlamadı ki...” gibi değerlendirmeler. Nedim Gürsel’in söylediklerinde doğrular ve yanlışlar iç içe... Bu söylemler, bir-iki yıl kadar önce “Anadolu İslamiyet’i seçmekle geri kaldı, Hıristiyanlığı seçmeliydi” diyen rektörü hatırlatıyor.

Tüm bunardan yola çıkarak şu sonuca varılabilir: Türkiye’de Hıristiyanlık, Yahudilik, Ermenilik, Bizans, Roma çok değerli ve “sevimli” kavramlar ve değer sistemleridirler... Ama, Selçuklu, Osmanlı, hatta Cumhuriyet’in ‘Türk değerleri’ “sevimsiz, geri, çağdışı ve itici”dir Türkiye’nin geleneksel ve dinsel sembolleri sevimsiz ve “rahatsız edici”, ancak bunların dışındakiler sevimli ve değerlidirler... Neden peki? Tüm bu farklı değerlere eşit statü tanınamaz mı? Özgürlük bütün mahalleler için istenemez mi?

Akif Çukurçayır-Star