Türk Dil Kurumu’nun en son hazırlanan sözlüğünde: “İnsan zekâsının, insan kişiliğinin erişebileceği en yüksek düzey” olarak ifade edilen dehayı, âvamî tabirle: “Allah vergisi” hüner, üstün yetenek şeklinde tarif etmek de mümkündür. Bunun karşılığı olarak da yukarıda her iki şekildeki tarife uygun meziyetlere sahip olan insana da haliyle Dahi denilmektedir. Dünya denilen şu “oyun ve oyalanma” sahnesine sayısız dahiler gelip boy göstermiş. Ve şu “meczûb Mevlevi” gibi dönen “sefine” emsal küremiz aynı cezbe ile dönmeye devam ettikçe böyle kimseler de renklendirmeye devam edecek bir uyku ve belki de bir rüyadan ibaret şu hayatımızı…
Allah insanı “Mü’min” ve “Kâfir” ayırt etmeden Rezzak isminin cilvesine en çok yakışır derecede bir adaletle rızıklandırmakta ve sa’yine göre de ona hakkını Adl ismine yaraşır derecede ihsan etmektedir. İhsan etmektedir diyorum zira “hakkını vermektedir” demek gibi bir edepsizlikten yine O’nun engin Rahmetine sığınırım. Yaşaması için anlık bir nefese muhtaç olan insana nefesi vermek kendi yaratılışında hiçbir hissesi olmayan insana bir ihsandır. İşte deha yahut dahilik de Allah’ın dilediğine- mü’min/ kafir- ayırt etmeden ihsan ettiği bir nimettir. Dolayısıyla deha sahibi kişi Ebu cehil derecesinde bir zalim olabileceği gibi, Peygamberler, veliler, sıddikler ve ilh… salih kimseler yolunda parlayan bir kutup yıldızı da olabilir. Tabi ki bu iki yoldan birinde olmak da ancak Allah’ın istemesine/ hidayet etmesine bağlı olduğu gibi kulun da talebine bağlıdır. Zira talip yitiği olan matlubu ne ise onu diler. Onu özler, onu söyler, onu hikaye eder, onu anlatır….Mevlana da “mesnevi” sine başlarken neyi teşhis ederek bunları anlatır bize: “Bişnev in ney çün hikâyet mîküned / Ez cüdâyîhâ şikâyet mîküned”(1) derken bize özlemenin dersini verir. Ruhlar âleminden ayrılan insana özlenecek yer burası der. Ona bu yönüyle özünde var olanı haykırır. Ve belki de hikmet pırıltılarından mürekkep büyüleyici ifadelerinin “Bismillah” ını çeker asrının en büyük mütefekkiri… Bu başlangıç öyle sonuçlara hamiledir ki… İnsanın özünde var olan bütün özleyişler bu neticelerdendir… Bidayetinde pişme nihayetinde olma adına ne varsa bu sözlerde saklıdır. Bu sözlerin tek cümlelik şerhi gibidir: "Gel, gel, ne olursan ol yine gel. İster kâfir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel. Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel..." sözü… Yine aynı söz: Adem’e eşyayı öğreten, anaların yüreklerine şefkati koyan en Şefkatli’nin (c.c.) : “…rahmetime gelince, o her seyi çepeçevre kusatmistir” sözünün bir tefsiri hükmündedir. Zaten onun Mesnevisi, asrının ilhami hüviyette bir tefsiri idi ki yazılmış ve yazılacak bütün tefsirler bu ilhamî hüviyette olanlara göre insanların sinesinde daha az yer tutacaktı. Meselenin bizi sürükleyip getirdiği yer de burası zaten…
Evet insanoğlunu ayırt etmeden yaratan ve ona türlü nimetler ihsan eden Allah, ona verdiği yine bu nimetler hükmündeki meziyetleri kullanacağı yön ve yol itibariyle imtihana tabi tutmaktadır. İhlasına göre onu dünyada hak ve hakikatin neşri için kullanmakta, fedakarlığına ve kulluğuna göre ona sahip çıkıp her iki cihanda da onu koruyup kollamakta, onun vasıtasıyla kaldırttığı hakikatle beraber onu da koyacağı yere - kaldırdığı hakikatten sonra- koymaktadır. Riyakarlıkla toplumdan teveccüh bekleyeni - “H.z. Pîr” in tabiri ile: "Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok." – maksadının aksi ile cezalandırarak insanlığa bu vasıtayla pek çok mesaj veriyor. İnsanlardan samimane duygularla kendini sevip ona itaat edilmesini istiyor. Bir milleti de destan yazandan yapan seviyesine ulaştıran kudret kuru hamaset değil, samimi gayret ve fedakarlık duygusuna sahip fertlerdir. Selçuklu’yu Osmanlı’yı bu seviyeye taşıyan dev kametler böyle bir yaşantıyla bize örnek olmuşlar ve artlarında ölümsüz eserler bırakmışlardır. İşte Mevlana da onlardan biridir.
Bize düşen de Mevlana’ yı tanımak ve tanıtmak adına kürsü gürültülerinden uzak, samimi gayretlere yönelmektir. Öncelikle hissi planda sağlam bir muhabbet ve onun doğurduğu gayretli çalışmalarla onu anlamak ve anlamlandırmak adına pek çok şeyler geliştirmek mümkündür. Ama öyle bir samimiyet ve gayretle bu işe girilmeli ki; onun adına oraya konan çalışmalar eskinin tekrarı olmamalıdır. Film ve tiyatro sektöründen, konservatuar sahasında ve her daldan akademik konferans, bilgi şöleni, kitap, makale, tez vb… ne varana kadar bütün imkanlar kullanılarak başta onun yaşamı ve hayat felsefesi, Kur’an-ı Kerîm kaynağından istifade kabiliyeti, Tasavvufî anlayışı, cemiyet, aile gibi… Sosyal içerikli günümüze ışık tutacak görüşleri araştırılmalı ve Konya ve Konyalı –tabiri caizse- kalıbının hakkını vererek ilimizi yeniden ünsiyet esintilerinin estiği ve ilmî şimşeklerin çaktığı bir açık hava üniversitesi haline getirmeliyiz. Konya her bakımdan bu yönlü faaliyetlere müsait bir şehirdir. Mesnevî bir kere daha ele alınarak işin uzmanları tarafından bir çok dile çevrilmeli, en azından buna vesile olunmalı ve bu çalışmalar yapılırken dünyadaki önde gelen üniversitelere gönderilecek derecede bir yüz ağartıcılıkla yapılmalıdır. Kısacası Mevlana ile ilgili orijinal şeyler ortaya koymak adına yine onun sözleri bize rehber olabilir… Sahi ne demişti hazret: "Her gün bir yerden bir yere göçmek ne iyi. Her gün bir yere konmak ne güzel. Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş. Dünle beraber gitti cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım."
------------
(1) Dinle, bu ney neler hikâyet eder,/ ayrılıklardan nasıl şikâyet eder.(http://www.dinleneyden.com/pages/dinleney.htm)