“MEŞELER GÖVERMİŞ, VARSIN GÖVERSİN”
Eskiden “Bayramdan bayrama” gelirlermiş; şimdi onu da gelmez olmuşlar.
Manavgat mı, Side mi bir yerler varmış. Önden bir para yatırırlarmış, bir hafta her şey aylakmış.
Arifeden bir gün önce telefon ederlermiş; “-Bayramın mübarek olsun” diye.
Böyle olacakları hiç aklına gelmemiş; Onları “Kızıl etten, sarı b..tan” büyütmüş, saçını süpürge etmiş, herif gencecik ölünce gündüzleri ona buna gündelikçi gitmiş, geceleri “sokak aletdiriği”nin ışığında oya yapmış.
Bir türkü söylermiş anası; taa çocukluktan aklında kalmış. Leyleklere bakıp bakıp söylermiş: “Issız yuvalarda büyüttüm seni / Çayır çimenlerde yürüttüm seni / Sürüler içinde beğ ettim seni”
O da, “Şunu yiyecem, bunu giyecem” dememiş, sıpalarını sürüler içine “Beğ” etmiş.
Güneyden bir rüzgâr esiyordu; erik çiçekleri lapa lapa kar yağar gibi uçuşuyordu.
“-Hava yağacak herhalde” dedim. Cevap vermedi; çemberinin ucuyla gözlerini sildi.
“-Bahar geldi” dedim. “Meşeler gövermiş, varsın göversin” dedi.
Bir türkünün ilk mısrasını söyledi. “-Onun arkası da var” dedim; “Meşeler gövermiş varsın göversin / Söyleyin huysuza durmasın gelsin”.
“-Durmasın gelsin”i boşver, bayramdan bayrama da gelmezler” dedi.
“-ANA CİĞERİ. HAY GUUZUUM”
Öksürükten boğulur gibi oldu. Bir yandan da böğrünü tutuyordu. “-Ne oldu böyle? Hemen su getirsinler” dedim; “-Boş ver guzum” dedi, “-Gulağasma” dedi.
Sanırım seksenine dayanmıştı; kaşları bile ağarmıştı, gözlerinin üstüne dökülmüştü.
Ellerini hiç kınasız bırakmamış. Kınasız duramadığı için, mahallenin gelinleri kınasının biri solarken birini yakarlarmış, hayrına.
“Memedi”, garnım garnım diye üç gün bağırmış; üç defa ağzını kuş gibi açmış açmış yummuş, canını dudaklarından üf diye üflemiş.
“Memedi”ni Musalla’ya götürdüklerinde eli kınalı gelinmiş. “Memedi”nin yanına “eli kınalı gelin” olarak gidecekmiş.
“-Ne zaman sizi bırakıp gitti?” dedim; “-Demirgıratların geldiği yıl” dedi.
Yine tuttu öksürüğü. İnliyor da bir yandan, böğrünü tutarak. Acının şiddetinden alnına boncuk boncuk terler birikti. “-Evde bir çift Sille halısı kalmıştı. Eline ne geçerse satıp satıp haylazlık yaptı. Halıları da satacak oldu, vermedim. Beni alıp alıp yire vurdu, böğrüme böğrüme tekmeler vurdu” dedi; “Bu ağrı o dayaktan”.
Yine de acırmış, arkasından. “-Ne yapacan ana yüreği” dedi. Anlattı:
“-Bir gadının hayırsız bir evladı varmış. Anasına öyle kızıyormuş ki, götürmüş bir dağa, öldürmüş, ciğerini eline alıp dağdan inerken ayağı bir taşa takılıp düşmüş. Elindeki annesinin ciğeri “Vah guzum” demiş…
BALIK, KEDİ, MEMED AĞA…
O zamanlar böyle “ötürekli” koca değilmiş; yerde alır, gökte yermiş. Hacasanbaşı’nda nağralandı mıİğdelimektep’te millet hizaya girermiş.
“-Bak sana bir şiy ağnadıyım, ister inan, ister inanma” dedi.
“-O zamanlar bu apartmanım yoktu, bu dükkânlarım yoktu. Dört parmak topuklu ayakkabıların arkası basık, ceket omuzda, Çerkez kaması zulada.
Öyle bir kıtlık geldi ki Konya’ya, yedi yıl ekin bitmedi. Babası oğluna bir çuval un veremedi. Tekmil ova köyleri, şehre aktı, amelelik var mı diye. Küreğini alan Ankara’ya ameleliğe, keserini alan marangozluğa koştu. O zamanlar Ankara yeni kuruluyordu, haftalık iki buçuk liraydı.
“İzmir’de iş var” dediler; hanımı aldım, bir de sekiz yaşında yiğenim var yetim, onu aldım İzmir’e ameleliğe gittim.
On gün amele pazarına çıktım, çocuk da yanımda. Bir Allah’ın kulu beni alıp bahçesine bağına götürmedi.
Çocuk açlıktan bayılacak gibi; “eski kulağı kesik”, eski “delikanlı” Memed Ağa yok artık. Beni boş verin, şu çocuğa yarım ekmek verin, diye dileniyorum gari.
Sonra aklıma geldi, yirmi beş kuruş vardı. Olmazsa balık tutarım, dedim. Bir olta aldım, sallandırdım denize, çocuk dizimde uyur, aç fıkara.
Siyid’im tam sekiz gün böyle. Birden olta kırılacak gibi yaylandı, çektim, aman Yarabbi, kuzu gibi bir balık…
Seğirttim bir göz gecekonduya. Aman avrat, çabuk, şu balığı hemen pişir, şu çocuk yisin; açlıktan ölecek dedim.
Gadın da aç, aklı erer ermez bir tava, bir topak yağ için yandaki komşuya seğirtti.
Bir bağrık duydum; Kadın “-Memed, balık yok” diye bağıyor.
“Siyid’im, iki dizimin üstüne gelivirmissim. Hey böyük Allah’ım. Sekiz günde bir balık verdin, şu yetim çocuğun yüzü suyu hürmetine; onu da kedin mi, köpeğin mi aldı götürdü. Nasıl götürdülerse öyle getirsinler, dedim, Bağırdıkça bağırıyorum. Gadın korktu, ağlar. Memed, sen delirirsen, ben bu çocukla buralarda kalırım, aklını topla, der. Ben, yoo gadın, bugün benim aklım her zamankinden daha başımda. Ben balığı isterim, şurdan şuraya kalkmam balık gelmezse, dedim.
Kapıdan kocaman bi kara kedi ağzında balıkla girdi. Hem mırrav diyor, hem balığı bırakmıyor. Kedi de ne kedi amma, kuzu kadar, kafası top kadar.
Gelip durdu karşımıza, iki de bir mırrav diyor. Koy len o balığı yere, dedim: yüzüme koca koca gözleriyle baktı, balığı yere bıraktı; eke eke, ağır adımlarla çıkıp gitti. Melek de diyemem, şeytan da diyemem. Goca Allan’ım çocuğun nasibini geri gönderdi. İstersen bizim hanıma da, şimdi doktor olan yiğenime de sor. “Hikmetinden sual olunmaz” dedi, aceleyle yürüdü. Sedirler’e “sığır karşılamaya” gidecekmiş; ama Sedirler’de sığır sürüleri ortadan kalkalı otuz yıl olmuştu.
YOLLARDAKİ KÜÇÜK KÜÇÜK İZLER
Bir güzelmiş, bir güzelmiş; altıntop gibiymiş. Bir bakan bir daha bakarmış; bir öpen bir daha öpermiş.
Öyle bir hastalığa yakalanmış ki; hekim, ilaç kar etmemiş. Eridikçe erimiş; kan kanseriymiş. Sekiz yaşındaki Arzu’suna aydan şifa gelir deseler, ayı indirip merhem yapmak istermiş. Ama, yer demir, gök bakırmış.
“-Sen çaresizliği bilir misin?” dedi. Cevap da istemiyordu. Devam etti.
“-Çocuk izleri olan yerlerden geçmem” dedi. Yazın tozlu yerlerden, kışın kar yağınca sokaklardan geçmek istemezmiş; günlerce eve kapanırmış, izler silinsin diye.
O aklına gelirmiş, küçük küçük izleri görünce.
Tamirciymiş, ortaokulu ikiden terk etmiş. Okuması yazması varmış; ama hiç roman, hikâye hatta şiir kitabı okumamış. Yalnız bir şiir hariç.
Gitti, ceketinin cebinden muşambaya sarılmış bir kâğıt getirdi; okumam için uzattı.
“Hasret beni cayır cayır yakarken
Bedenimde buzdan bir el yürüyor
Hayaline çılgın çılgın bakarken
Kapanası gözümü kan bürüyor
Dağda kırda rast gelirsem bir dere
Gözyaşlarım akıtarak çağlarım
Yollardaki ufak ufak izlere
Senin sanıp bakar bakar ağlarım
Bu ayrılık bana yaman geldi pek
Ruhum hasta, kırık kolum kanadım
Ya gel bana, ya oraya beni çek
Gözüm nuru oğulcuğum Nijad’ım”
Şiir, Recaizade Mahmud Ekrem’in “Ah Nijad” şiiriydi; şiirden bir bölümdü.
Kaç yüz kez okumuştu, kimselere gösterilmeden; üstü suda ıslanmış gibi damla damla lekeli.
“Şansın var” dedi, “Kar dün kalktı, izler de silindi, ben karın kalkmasını beklerken” dedi.
Yerde, toz üstünde olsun, kar üstünde olsun, “Feriştah” gelse, arabasını bağışlasa yüzüne bile bakmazmış