Hüseyin ÖĞÜT-İsmail YILMAZ
- Eğitiminizi İngiliz Dili ve Edebiyatı üzerine yaptınız. Ancak inşaat sektörünün önde gelen simalarındansınız. Sayın Aygün, bu sektöre girme sebebiniz nedir?
10 Mart 1959'ta doğmuşum. Babam o tarihlerde, dedemin kiralık kum ocağında çalışıyordu. Irmaktan, kum çekip inşaatlara satardı. Dedemin ve babamın zorlu hayat mücadelesini, daha hayatımın ilk yıllarında dikkatle izledim. Çocuk aklımla dersler çıkarırdım hep... Memur ailesiydik. Bir ceketi 4-5 yıl giyerdik. Aileme katkı sağlamak için çok işte çalıştım. Gün geldi su sattım. Gün geldi tezgahta salatalık soydum. Gün geldi sinemalarda teşrifatçılık yaptım. Harçlığımı çıkardığım gibi, aileme destek oldum. Sabahları okula gider, öğleden sonra da ne bulursam küçük bir tablanın üstünde satış yapıyordum. Önceleri sıcak yaz günlerinde su satmaya başladım.
Kendi paramı kazanmak, daha o yaşta ailemden harçlık alma gereği duymamak, beni öyle mutlu ediyordu ki anlatamam. 1970'lerin başında askeri okul modası vardı. Ben de etkilendim ve subay olmaya karar verdim. Askeri liseye başvuru formumu okul müdürüme götürdüm ve iznini istedim. Ancak müdürüm bana, "Sinan sen subay olma oğlum. Sana göre bir iş değil" dedi. “Niye öğretmenim?” diye sordum. Beni geçiştirdi. Akşam babama anlattım. Babam ertesi gün okula gelip müdür beyle görüştü. Ortaokul müdürüm babama "Aman Necip Bey... Tabii ki askerlik mesleği çok kutsal... Ancak ben Sinan'ı yakından izliyorum. Ben onda başka meziyetler görüyorum. Okul dışında ne zaman görsem birşeyler satıyor. Bence ticaret yeteneğini öne çıkaracak bir rota çizin" demiş. Babam da ikna olmuş... Böylece subay olma idealimi rafa kaldırıp, yaptığım en iyi işe odaklandım.Yani ticaret hayatımın en önemli harcını ortakokul müdürü koydu. İyi ki böyle olmuş da yapabileceğimin en iyisini yapabilmişim. 13 yaşımdan beri sürekli çalışıyorum. Dur durak bilmem. Fakülte ikinci sınıftayken ilk dükkanımı açtım. Hoşdere Caddesi'nde, inşaat malzemeleri üzerine...
-Neden inşaat malzemeleri?
Babam emekli olduktan sonra ufaktan ufaktan müteahhitliğe başlamıştı. Ancak malzeme bulmakta çok zorlanıyordu. O dönem tam bir kıtlık ve karaborsa yıllarıydı.
Dedim ki, bir müşteri garanti. Kimseye satamazsam babama satarım. 1979'da açtığım işyerimi 1984 yılında kapattım. Askere gittim. 4 aylık kısa dönemden sonra "Nerede kalmıştık" diye aynı tempoyla koşuşturmaya başladım. Bu kez inşaat işinin kalbi olan Rüzgarlı Sokak'ta karar kıldım.
İlk işyerim 4 metreye metre daracık bir yerdi. Üç sene içinde de dükkanımı 10 kattan fazla büyüttüm. Daha sonraları yap-sat denilen türde müteahhitliğe de başladım. Keçiören'de, Subayevleri'nde, Gaziosmanpaşa'da ve başka semtlerde 250 civarında daire yapıp sattım.
Üniversiteyi okumak sadece belki "işte bak üniversite mezunu" demeleri içindi. Başkaca bir amacı da yok. Özellikle bu dalı seçmişte değilim. Aldığım puan ona yettiği için İngiliz Dili ve Edebiyatı okudum.herşeye rağmen oldukça faydasını gördüğümü de söylemeliyim.
-Unesco tarafından 2007 yılı Mevlana yılı olarak seçildi. Bunun Konya'ya katkısı nasıl olur?
Konya zaten Türkiye'nin en önemli ve bence en güzel şehirlerinden birisi... Mevlana buraya ayrı bir güzellik kattı. Bu şehre ilk kez gelenler Mevlana için geliyor ancak Konya'nın güzelliğini gördükten sonra yeniden gelmeye karar veriyor. 2007'nin Mevlana Yılı olarak seçilmiş olması sadece Konya açısından değil ülkemiz açısından da son derece önemli.
"Gel, gel, ne olursan ol yine gel. İster kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel. Bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir. Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel..."diyen Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretleri, bu sözleriyle hangi milletten, hangi ırktan ve hangi dinden olursa olsun tüm insanları kucaklamıştır. Türk tasavvuf kültürünün müstesna şahsiyetlerinden biri olan Mevlânâ; yalnızca bir gönül eğitimcisi ve şair değil, aynı zamanda insanoğlunun çağlar boyunca üzerinde tartıştığı konulara çözümler sunan âlim bir mütefekkirdir. Onun tefekkür dünyası incelendiği zaman odak noktasının insan olduğu görülür. Bu yüzden doğumunun 800. yılının Mevlana yılı olarak seçilmesi son derece önemlidir.
-Konya’daki sanayileşme sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Konya Türkiye'nin en büyük şehirlerinden birisi olarak hızlı bir sanayileşme süreci yaşıyor. Geleneksel sanatlarda yoğunlaşmış ve açtığı organize sanayi bölgeleri ile ülke GSMH'sine önemli katkılarda bulunan bir kent Konya. Birçok ilimizde olduğu gibi Konya'da sanayileşme sürecini tamamlamış değil. Bunda rant ekonomisinin üretim ekonomisine tercih edilmesi başlıca neden. Sanayici tüccar kısacası üretici ve satıcılar ağır ekonomik şartlar altında çalışmaya zorlanıyor. Girdi maliyetlerinin yüksekliği rekabeti olumsuz etkiliyor. Hemen ülkenin her noktasında olduğu gibi Konya'da da en büyük sorun işsizlik. Bu sorunu aşmanın tek yolu yeni üretim alanlarının devreye girmesine bağlı. Ancak mevcut durum bu imkanı maalesef tanımıyor.
-AB sürecinde KOBİ'lerin daha da önem kazandığı görüşü yaygın. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?
Küçük ve Orta Ölçekli İşletmelerin ekonomik büyüme, sosyal birleşme, istihdam, bölgesel ve yerel kalkınmaya sağladığı katkılar saymakla bitmez. Tüm bu olumlu unsurlar son zamanlarda giderek daha iyi anlaşılır olmuştur. Bugün gıpta ile baktığımız birçok ülkenin endüstri devi haline gelmesinde baş rolü KOBİ'lerin oynadığı artık herkesçe bilinmektedir. Küreselleşme ve teknolojide yaşanan baş döndürücü değişim ölçek ekonomilerinin önemini giderek azaltmış ve daha dinamik olması hasebiyle KOBİ yatırımları hız kazanır hale gelmiştir. Bugün ülkemizde KOBİ'lerin önemli sorunları da vardır. Özellikle teknoloji yetersizliğinden kaynaklanan üretim azlığı, pazarlama noksanlığı, finansman sorunlarının yanısıra Türkiye ekonomisinin uzun süredir istikrarı yakalayamaması ve ardı ardına yaşanan krizler, ülkemiz KOBİ'lerinin kendilerinden beklenen performansı sergilemesine engel olmaktadır.
Türkiye'deki işletmelerin yüzde 95'inden fazlasını KOBİ'ler oluşturuyor. Gelişmiş ülkeler bugünkü seviyesine KOBİ'lere verdikleri önem sayesinde ulaşabildiler. Almanya bunun en iyi örneğini oluşturmaktadır. Biz de ise her zaman olduğu gibi KOBİ'ler en fazla ihmale uğramış işletmelerdir. Bu noktada, KOBİ'lerin ekonomiye katkısını maksimuma çıkaracak politikaları uygulamakla yükümlü kılınmış KOSGEB'in yeterli olmadığını düşüyoruz. KOBİ'lere yönelik olarak yapılması gerekenlerin yüzde 10'u dahi yapılamıyorsa, sorumlu kuruluşa "başarılı" demek mümkün değildir. KOBİ'lerin sermaye yetersizliğini, kalifiye elaman ihtiyacını, pazarlama ve yeni pazar bulma gereksinimini ve her şeyden önemlisi bürokratik engelleri kaldırmadan nasıl başarı sağlayacağız?
-Türkiye'de kayıt dışı ekonomi ne boyutta. Bu konuda ne yapılması gerekmektedir?
Bugün ülkemizde kayıtdışı ekonominin boyutları yüzde 50'ler civarında tahmin edilmektedir. Bu kesim aynı zamanda vergi dışı kesimdir. Bu yüzden devlet önemli oranda gelir kaybına uğramakta ve oluşan açık kayıtlı mükelleften tahsil edilme çalışılmaktadır. Maliye Bakanlığı tarafından açıklanan rakamlara göre Türkiye'de her 100 liralık kazancın 40 lirasının vergisi ödeniyor. Bu veriler olayın büyüklüğünü net bir şekilde gözler önüne seriyor. Kayıtdışılığın en büyük nedeni yüksek girdi maliyetleri, vergiler ve denetim yetersizliği olarak sıralanabilir. Ekonomideki tüm gelişmelere rağmen vergi ödeyen kesim genişlemiyor. Örneğin 2004 yılında GSMH neredeyse yüzde 10 büyürken gelir vergisi mükellef sayısı yüzde 2 artmıştır. Kayıtdışılıkla mücadele için kayıtdışılığa neden olan sebepleri ortadan kaldırmak gerekir. Nedir bunlar?
Nüfus artış hızı düşürülmelidir. Üretime dayalı bir büyüme modeli benimsenmelidir. Vergi sistemi yeniden gözden geçirilmelidir. İstihdam üzerindeki vergi yükü azaltılmalıdır. Etkin bir vergi denetim sistemi kurulmalıdır. İşsizlik sorunu çözülmelidir.
-Türkiye’de gün geçtikçe işsizlik oranı artmakta. Özellikle üniversite mezunları iş bulamıyor. Bunun nedeni niteliksizlik mi? Yani sorun eğitim sisteminde mi yoksa başka nedenler mi var?
Yapılan çalışmalar göstermektedir ki şu an için Türkiye'nin en önemli sorunu işsizliktir. Eğer önlem alınmaz ise bu sorun Türkiye'nin başını epeyce ağrıtacaktır. Unutmayalım ki, kalıcı ve yüksek işsizlik demokratik rejimde tahribat yapacaktır. İşsizliğin ekonomik, toplumsal ve kişisel etkilerini azaltmanın tek yolu işsizlik oranını mümkün olduğunca düşürmektir. Bunun yolu da üretimden geçer. Üretimi artırmadan işsizlik sorununu çözmek hayaldir.
Halbuki bugüne baktığınızda devlet üretimi desteklemek için dişe dokunur hiçbir işlem gerçekleştirmemektedir.
Bas bas bağırıyoruz: Üretime dayalı büyümeyi benimseyelim diye. Maalesef hükümet, sıcak paraya dayalı büyümeyi tercih ediyor. Daha doğru bir ifade ile IMF tarafından bu tercihi seçmesi dikte ediliyor. Haliyle, yatırım yapılamadığı için işsizler ordusuna her gün yenileri ekleniyor. Bugün yılda 2 milyon kişiye iş bulacak konuma gelsek en iyi ihtimalle bu sorunu çözmek için en az 10 yıla ihtiyacımız var. Halbuki 10 yıl beklemeye hiç kimsenin tahammülü yok.
Geçenlerde Ankara Sanayi Odası Başkanı sayın Zafer Çağlayan, işyeri için alüminyum ustası aradığını ve kim gelirse gelsin hemen işe alacağını açıklamıştı ancak halen bulamadığı söylüyor.
İşsizlerin büyük bir çoğunluğunu düz lise çıkışlılar ve üniversite mezunları oluşturmaktadır.
Odamızca başlatılan, işveren ile işçiyi buluşturarak bir yandan işsizliğe bir yandan da kalifiye eleman teminine gayret gösteren İstihdam Büromuza yapılan başvurular bu öngörüyü doğrular niteliktedir. Sadece son altı ay da , düz lise ya da üniversite mezunu başvurularından bir çoğu sonuçlandırılamazken, meslek liseliler adeta kapışılmaktadır. Bu da, meslek liselerine ne kadar önem vermemiz gerektiğini net şekilde ortaya koymaktadır. Sanayinin ihtiyaç duyduğu ara eleman temininde mesleki liseler en önemli sorumluluğu üstlenmişlerdir.Ancak meslek liseleri vatandaşın gözünde okumayan çocuğun gönderildiği bir yer olmaktan öteye bir türlü geçememiştir.Bunda meslek lisesi çıkışlıların üniversiteye gidebilme sorununun büyük payı vardır. Bugün ülkemizde üniversite mezunu olmak bir prestij meselesi haline getirilmiştir.Sanki bir kişi üniversite mezunu değilse hiçbir işe yaramaz gibi anlamsız bir kaygı vardır. Halbuki,üniversiteye gitmek şart değil, önemli olan herkesin meslek sahibi olmasıdır. Çünkü bu ülke profesörler kadar, mesleki ara elemana da ihtiyaç duymaktadır. Bu yüzden eğitim sisteminde acilen değişiklik yapılması gerekmektedir. Bugün yaşadığımız ve altından nasıl kalkılacağını net olarak ortaya koyamadığımız sorunlarda sorumluluk hükümetlere aittir. Mesleki liselerin sanayiye ara eleman yetiştirdiği, meslek lisesi mezunların çok daha kolay iş bulabildiği ve kendi işini yapabilme imkanına sahip olduğu gerçeği anlaşılmak istenmemiş, halka bu yönde eğitici ve açıklayıcı izahatta bulunulmamıştır. Ya da İmam Hatip gibi konulara kurban edilmiştir.
Sonuç olarak işsizlik sorununda eğitim sisteminin de büyük payı vardır.
-Sayın Aygün ABD'nin talebi ile gündeme gelen tezkerenin geçmemesi iyi mi oldu kötü mü? Bugün keşke girseydik diyor musunuz?
Kesinlikle demiyorum. Kuzey Irak bizim için kesinlikle bir bataklık. Bunun başka bir izah tarzı da yok. Kendi sınırlarımız içerisinde yıllardır bölücü terör örgütü ile mücadele ediyoruz ve ne yazık ki zaman zaman şehitler veriyoruz. Tek bir şehit cezanesinin bile hepimizde nasıl infial yarattığı ortadayken ,Kuzey Irak'a girmek, Allah korusun çok daha vahim sonuçlar doğurabilirdi. Kaldı ki O dönemlerde hiç kimse bölücü örgütün burada tutunabileceğini ve ABD'nin bunu engellemek için kılını bile kıpırdatmayacağını bilemezdi. Türk Silahlı Kuvvetleri kısa sürelerle defalarca bu bölgeye girdi ve operasyon yaptı. Ancak Irak-ABD savaşı için tezkere çıkarılmış ve yapılan anlaşmalar gereği Türkiye bölgeye asker intikal ettirmiş olsaydı , ister istemez uzun süreli kalacak ve zaman zaman müdahaleye gereksinim duyacaktı. Sınır ötesi harekatlar hem masraf açısından hem de can kaybı açısından son derece riskli harekatlardır. Eğer tezkere geçmiş olsaydı bugün ABD'nin vermiş olduğundan çok daha fazla kayıp verebilirdik. Dün de bu konudaki düşüncelerim aynıydı bugün de aynı. Tezkerenin geçmemesi Türkiye'nin hayrına olmuştur.
-PKK'nın yaptığı saldırılar yüzünden Türkiye Kuzey Irak'a girebilir mi? Bu operasyon ne getirir ne götürür?
Türkiye, söz konusu ülkenin ve vatandaşlarının güvenliği ise her zaman Kuzey Irak veya başka bir ülkeye karşı sınır ötesi operasyon düzenleyebilir. Buna vicdanen hakkı vardır. Eğer siz sınırlarınız içerisinde Türkiye'ye hasmane duygular besleyen bir takım yasa dışı örgütleri koruyor, kolluyor ve destekliyorsanız, teröre muhatap ülkenin operasyon dahil bir takım tedbirler almasını engelleyemezsiniz.
Türkiye terörden en fazla çekmiş ülkelerin başında gelir. Binlerce vatan evladı hayatını kaybetmiş onbinlercesi sakat kalmıştır. Bu ağır kayıplarda, sınır komşumuz olan ülkelerin de payı inkar edilemez. İran, Irak, Suriye gibi ülkeler Türkiye'yi hedef alan teröre verdikleri destek ile faturaya katkıda bulunmuşlardır.
Terör örgütünün bugün Kuzey Irak'ta bulunan Kandil Dağında üstlendiği biliniyor. Bu konuda yüzlerce istihbarat çalışması yapılmış ve gerek ABD'li gerekse Kuzey Irak'ta yerleşik Kürt otoritelere durum bildirilmiş. Buna rağmen en ufak bir şey yapılmıyor. Tam tersine örgütün bu dağda serbestçe faaliyette bulunmasına izin veriliyor. Üstelik örgüt bu bölgede eskisinden çok daha iyi durumda.. ABD tarafından kontrol edildiği ve ABD'de sesini çıkarmadığı için çok daha rahat hareket edebiliyor. Türkiye'nin bir sınır ötesi harekat yapabileceğine ihtimal vermediği ya da cesaret edemeyeceği düşüncesi ile pervasızca hareket ediyor.Türkiye meşru müdafaa hakkını kullanmalı.. Bu hakkı kullanmadığı zaman, "biz ne yaparsak yapalım Türkiye kıpırdayamaz" diyenler haklı çıkar.Türkiye çok büyük bir devlettir ve büyük devlete yakışan, bütünlüğüne uzanan kolları nerede olursa olsun kırmaktır.
-Üniversitemize gelen Hulki Cevizoğlu, “Biz niye K. Irak’tan toprak almıyoruz. Böyle bir düşünce olsa önce Sinan Aygün alırdı” dedi. Bu düşünceyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye'nin sınırları Lozan antlaşması ile çizildi. Her ne kadar yüzde yüz Türk olan bazı topraklar elimizden gitmiş olsa dahi o günkü koşullar içerisinde en iyi sonuç elde edildi . Türkiye, kurulduğu günden bu yana hiçbir ülkeden toprak talebinde bulunmadı. Kendi sınırları içerisinde barış ve huzur içerisinde yaşamaktan başka bir amaç da edinmedi. Ancak radikal Kürt örgütler, Ermeniler ve hatta komşumuz bazı ülkeler Türkiye'yi hayali haritalarla sürekli böldüler ve bu boş hayali gerçeğe çevirmek için çalıştılar. NATO'dan müttefikimiz olan ve zamanında Doğu Bloku’na karşı güç birliğine girdiğimiz Yunanistan bile haksız yere karasularını 12 mile çıkarmak ve Ege denizini tümüyle ele geçirmek için az mı uğraştı? Hiç kimsenin toprağında gözümüz olmadı olmaz da. Türkiye'nin ve Türk vatandaşlarının tek isteği vardır: her ülke kendi topraklarında tehdide maruz kalmadan güven içerisinde yaşasın. Kerkük, Musul ve 12 adalar her Türk vatandaşının içerisinde bir yara olarak durmaktadır. Anavatandan zorla kopartılan bu toprakların yeniden kazanılmasını istemeyen bir tek vatandaşımızı düşünemiyorum. İmkan olsaydı buraları yeniden ülkemize kazandırmayı isterdim.
-Olası ABD-İRAN savaşında Türkiye'nin yeri nerede olmalı? Ülkemiz böyle bir savaşı kaldırabilir mi?
Böyle bir savaş bence hiç düşünülmemelidir. Türkiye İran ile komşudur ve dünya döndükçe bu coğrafi gerçeklik değişmeyecektir. Yarın ABD bölgeden çekildiğinde İran ve Türkiye baş başa kalacaktır. Uluslar arası siyasette bir adım atılırken sadece birkaç yıl sonrası değil onlarca sene sonrası da hesap edilmelidir. Arzu etmediğimiz bu savaş gerçekleşir ise Türkiye'nin yapması gereken bundan mümkün olduğunca uzak durmaktır. Ülkemiz bizzat girmese dahi ekonomik açıdan böyle bir savaştan en fazla yarayı alacak ülkelerin başına gelmektedir. Savaşın lafı dahi edilmeden İran'ın dünya petrolünün yüzde 10'unu üretmesinden dolayı petrol fiyatları hızlı bir tırmanışa geçmiştir. Petrol fiyatlarındaki birkaç dolarlık artış ülke ekonomisine milyar dolarlık külfetler yüklemektedir. Maazallah, fiyatlar 100 dolar üzerine çıkarsa neler olacağını düşünmek dahi istemiyorum.
-Türkiye'nin geleceği ile ilgili olarak neler düşünüyorsunuz?
Türkiye, geleceğinin aydınlık olması için öncelikle ayağındaki prangalardan, (IMF, AB) kurtulmalıdır. Dış borca dayalı değil üretime dayalı bir model benimsemelidir. Ancak IMF ülkemizde kaldığı sürece bunu başarmamız imkansız. Ülkenin rekabet gücünün artırılması ve ihracata yönelik büyümenin gerçekleştirilmesinin yolu üretimden geçmektedir. Bunu yapabilmek için, yatırımın, üretimin, istihdamın, ihracatın desteklenmesi ve önündeki engellerin kaldırılması şarttır. Örneğin girdi maliyetleri çok yüksektir. Ayrıca bürokratik engeller verilen tüm sözlere rağmen aşılamamıştır. Girişimci sınıf sayısal ve nitelik açısından yeterli değildir. Yatırım amaçlı yabancı sermayenin gelmemesi de diğer bir önemli sorundur. AB'nin ülkemize yönelik ve üyelikle alakası olmayan talepleri en hızlı AB taraftarlarını bile bıktırmıştır. Tüm bu olumsuzluklar giderilirse Türkiye hızlı bir kalkınma trendine girebilir.
Türkiye'nin bağımsız bir güç olması lazım. Bunun için öncelikle ekonomisi güçlü olmalı. Bunu başarabilirse dünyaya yön veren devletlerden birisi olabilir.