Geçtiğimiz hafta içinde Çarşamba’dan başlayarak Perşembe ve Cuma günlerini Antalya’da geçirdik. Konya Ticaret Odası’nın düzenlediği AB Bilgilendirme Programı'na katılarak hem ilk kez böyle bir programa katılmak hem de tatil anlayışımla uyuşmayan bir tatil yapmak nasip oldu. Konunun bizimle ilgisini bir kenara bırakırsak hem KTO’nun düzenlediği bir organizasyona katılmak ve bizim gazeteyi temsilen Adem Alemdar ve Uğur Özteke ile birlikte, iş ortamından uzakta birkaç gün geçirmek tarifsiz keyifliydi. Programın ikinci günü akşam Antalya’ya uğrayıp İHA Antalya Bölge Müdürü Cafer Eser’le ve Antalya’nın 35 gazetesinden biri olan Ekspres Gazetesi’nin Yayın Yönetmeni Haşmet Öyken’le tanışmamız, yağmurda bakımlı ve düzenli şehrin sokaklarını turlamamız hafızalarımızda kesinlikle yer buldu.
AB ile ilgili haberlere ve gelişmelere karşı ta çocukluğumdan, yani topluluğun adı AET olduğundan bu yana biraz soğuk dururum. Bu soğukluğun en bariz sebebi “Oğlum nasıl olsa almayacaklar, ne diye uğraşıyorsun?”dan başka bir şey değil, emin olun. Günübirlik meşgalenin ortasından kalkıp kenarda kıyıda bir yerde bir bilgilendirme seminerine katılmak isteyişim biraz da bundan.
Burada ne yaptık? Yedik, içtik, eğlendik. Bundan başka bir de Başkan Hüseyin Üzülmez’i dinledik. İki kere dinleyecektik, ama o kapanışa yetişemedi. Üzülmez’in açılış konuşmasında tuttuğumuz notlar ve bu konuşmayı tamamlayan Yrd. Doç. Dr. Nail Alkan’ın söyledikleri, oradan eli boş döndürmedi bizi. Seminerden sonra AB ile aramızdaki mesafeleri ortadan kaldıracak kadar olmasa da, biraz daha sempatik ve biraz daha korkusuz olabileceğimizi anladım.
Bir de şunu anladım ki, -ilk kez dört başı mamur bir açık büfeden yiyip içtik- burada yediklerimizin hazmı o kadar da kolay olmadı. Hüseyin Üzülmez’in bu kıyağını unutmamakla beraber, her yemeğin arkasına uyduruk da olsa bir maden suyunu yudumlamak zorunda kaldık. Hazım konusu rahatsız edici bir konu. Ama nedense konu AB ile doğrudan ilgiliymiş gibi geldi bana. Anlatayım.
Ortak politikalar üretmeye çalışan dinamik bir yapıya dahil olmaya çalışan ülkemiz, tek başına hiçbirinin sorunlarını çözemediği ve ancak biriken sorunlarını birlikte çözmek isteyen bir yapıya sorunlarını da taşıyarak girmek istiyor. 22 milyon işsizin problemine hala çare arayan bir topluluğa biz de 10 milyon işsizle girmek istiyoruz. Girdiğimizde ne olacağını bırakın, nasıl gireceğimiz bir muamma.
Müktesebatı 100 bin sayfayı bulan, amacı önceleri ekonomik iken sonraları siyasi birlik kurma çabasında değişen ve tedrici olarak ilerleyen entegrasyon, en başta hak ve özgürlükler alanında bizi kuşkulandırıyor. Leyla Şahin Davası’nda AİHM’nin verdiği karar, Avrupa’nın ve Türkiye’nin ‘aşırı’ laiklerini sevindirebildi. 2000’li yıllara böyle yasaklarla girmemeyi umut ederken korkarım 2018’de Avrupa Birliği’ne girdiğimizde Leyla Şahin Davaları tekerrür eder.
İşin siyasal yönünü bir yana bırakarak sosyolojik anlamda bir toplumsal dönüşüm projesi AB. Biraz daha somutlaştıracak olursak Türkiye ve Türkiyeliler için yapı, bir çelik korse halini alacak. Türkiye tüm hantallığıyla ucu açık bir süre içinde bu korseye girmenin müzakerelerine başlamayı başardı, 3 Ekim'de. Öyle ki müzakere edilecek olan 35 başlık içinden Türkiye’nin en fazla korsenin dışına taşan bölgelerini düşünecek olursak bunlar, hukuki ve temel haklar, tarım ve kırsal kesimin kalkınması, gıda güvenliği, hayvan ve bitki sağlığı politikası, vergilendirme, çevre, eğitim ve kültür olarak sıralanabilir ki kalan başlıklara da bakarsak Türkiye’nin korsenin içine rahatça sığabileceği bir başlık henüz bulunmuyor.
Örneğin vergilendirme başlığı altında Türkiye ekonomisinin yarısından fazlasının vergilenmeden dönmesi tartışılacak ve içine girilmesi istenen korsenin genişliğinin belin genişliğinin yarısından daha da dar olduğu görülecektir ya da hukuki ve temel haklar başlığı altında yapılacak görüşmelerde ve bu görüşmeler sonucunda ortaya çıkacak yapısal çözümlerde korsenin içine girmesi gereken yerin “geleneksel” olarak müthiş bir direnç göstereceği ve bildiğini okuma yoluna gidebileceği görülecektir.
Bu böyle olunca ve Avrupa Birliği üzerinden dönen siyasi tartışmaları bir tarafa itip, toplumsal olarak sürece baktığımızda Türkiye’nin ne olacağı, nereye doğru gideceği ve buralara giderken neler yapması gerektiği önümüzde durmaktadır.
Türkiye’nin bundan sonra geçeceği süreç bu toplumun hiç yaşamadığı “esnek yaşam”a uygun yaşama süreci olacaktır ve çekeceğimiz sıkıntılar forma girme sıkıntıları olacaktır.
İnsan doğal olarak soruyor tabii, Avrupa Birliği’nin istediklerini disipline soktuktan sonra, yani bütün eksikleri tamamlamış ve bir çok şeyi başarmış bir Türkiye’nin neden ilerde dağılması muhtemel ve sorunlu bir topluluğun içinde olması gerekiyor?
Bu topluluğun içinde olduk diyelim, bunların her an hazımsızlık çekecekmiş gibi durmayacağı ne malum! Girdikten sonra, bir de bu heriflerin hazım problemiyle uğraşacağız sanki, siz ne dersiniz?