Neredeyse sadece Yahudilerin yaşadığı Batı Kudüs’ün meşhur Jaffa caddesinde turluyordum. Militarist bir mağazanın önünde durup vitrinde sergilenen askeri üniformaları -”İçeride çocuklar için üniforma çeşitleri de var”dı-, silahları, siyonist sloganlarla dolu posterleri vs. incelemeye koyuldum. Birden Yasir Arafat’la gözgöze geldik! Bir tişörtün üzerinde resmi vardı. Resmin altında, İngilizce, “Bu adamdan kullanılmış araba bile satın alınmaz” yazıyordu. Mağazaya girdim. Tezgâhın arkasında asker kepli iki şişman kadın duruyordu. “İyi günler” dedim, “Ben Türkiyeli bir gazeteciyim. Şu Arafat’lı tişörtün mesajını tam anlayamadım. Bir de çocukların üniformayla işi ne, onu anlamadım.” Kadınlardan biri (daha şişman olanı) makineli tüfek gibi konuşmaya başladı: “Arafat alçağın tekidir, ona ve bütün Araplara derslerini vermemiz lazım, çocuklarımızı bu işe küçük yaşlardan itibaren hazırlamamız lazım, varlığımızı İsrail’in varlığına armağan etmemiz lazım” vesaire, vesaire, vesaire. Biri kolumdan tutup beni dışarı çekti. Ufak boylu, esmer, 30-35 yaşlarında bir adamdı; sonradan Romalı bir Yahudi olduğunu, İsrail’de ikamet etmediğini ama sık sık gelip gittiğini öğrendim. “Bu saçmalıkları niye dinliyorsunuz?” diye sordu. “Gazetecisiniz, değil mi?” “Evet.” “Bakın, İsrail’e gelen gazeteciler hep böyle sapık tiplerle görüşüyorlar. Hep onların fikirlerini yazıyorlar. Bu yüzden herkes İsrail halkının tepeden tırnağa sapık olduğunu düşünmeye başladı. Oysa gerçek hiç öyle değil. İsrail’de mutedil insanlar çoğunlukta. Gerçekten, çoğunluk barış istiyor. Hem de ezici çoğunluk. Konuştuğunuz şu kadın var ya, çok küçük bir azınlığı temsil ediyor o.” Adamın eli hâlâ kolumdaydı. “Gelin” dedi, “Az ötede bir iş merkezi var. Çok yüksek bir bina. Sizi en üst kata çıkarayım; müthiş bir Kudüs manzarası var, birkaç güzel fotoğraf çekersiniz.” Davetini nazikçe geri çevirdim; fakat yakamı bırakmaya niyeti yoktu. “O halde size parlamento binasını göstereyim” dedi, “Haydi gidelim. Çok şık bir binadır. Fotoğraf çekersiniz. Bu arada biraz sohbet ederiz.” “Teşekkür ederim. Knesset’i gördüm bile. Geçen gece barış karşıtı bir gösteri vardı...” “Ah evet, barış karşıtları. Küçük bir azınlık... Onları kafanıza takmayın.” “Aslına bakarsanız protestocu grup bayağı kalabalıktı. Belki onbinlerce kişi vardı orada. İlkokul çocukları bile gelmişti.” “Evet.. eee.. hepsi o kadar işte. 5 milyonluk İsrail’de birkaç bin kişi. Neyse... Knesset’i gündüz gözüyle görüp fotoğrafını çekmelisiniz.” Adam bana İsrail’in sevimli yüzünü göstermeye kararlıydı. Israrlarına dayanamayıp, Knesset’e gitme teklifini kabul ettim. O da ne? Knesset’in önü ana baba günüydü. İsrail bayrakları ve Başbakan Rabin’i Arap uşağı gibi gösteren karikatürlü pankartlar taşıyan kalabalık bir grup, Arafat’la barış anlaşması imzalayan Rabin’i avaz avaz bağırarak protesto ediyordu. Olay yerine avdet etmemizden birkaç dakika sonra, öfkeli kalabalık, Knesset’ten çıkan bir limuzini taşa tuttu. Rabin’in makam aracıymış bu... Romalı’ya baktım; utanç içindeydi. Fakat yenilgiyi hâlâ kabul etmemişti. “Talihsiz bir gün” dedi; “Nedense hep çirkin insanlarla karşılaştınız. Ama inanın bana, İsrail bu değil. İsrail’i bir avuç militanla yargılarsanız hata edersiniz. Sokaktaki insan gerçekten barış istiyor”. Şehir merkezine gitmek üzere bir taksiye atladık. Şoförle, yani “sokaktaki insan”la biraz laflamak istediğim için ön koltuğa oturdum. “Barış anlaşmasına ne diyorsunuz?” “Rezalet! Skandal! İhanet! 1982’de Beyrut’taydım; Arafat’ın köpeklerine karşı aslanlar gibi savaştım. Eğer hükümetin onlara bir gün istediklerini vereceğini bilseydim, hiç savaşmazdım...” Bu, Romalı’ya son darbeydi. Jaffa caddesine yakın bir yerde, ayrı yollara gitmek üzere, taksiden indik. Karşımda dünyası yıkılmış bir misyoner duruyordu. “Hoşçakalın” dedi sessizce...