/v-k-y kök harflerinden türeyen “takıyye”, sözlükte korumak/korunmak anlamına gelir. Canının ya da malının tehlikede olduğunu düşünüp, imanını gizlemek suretiyle Müslümanın kendisini koruma altına alması anlamında kullanılır. Bu yazıda, takıyyeye delil getirilen üç ayeti ele alacağız.
Müminlerin aleyhine olacak şekilde kâfirlerle dost olunmaz (Maide, 5: 51). Onların Müslümanlara baskıları, dayanılmaz bir düzeye geldiğinde kalben değil, sözlü olarak onların şerrinden sakınılabilir: “Müminler, müminleri bırakarak kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa artık Allah ile arasında hiçbir ilişki kalmaz. Yalnız, kâfirlerin size yönelik tehlikelerinden korunabilirsiniz. Allah sizi kendinden korkmaya çağırıyor. Dönüş Allah'adır.” (Al-i İmran 3: 28). Ayette ifade edildiği gibi kâfirlerin Müslümanlara zarar verme ihtimali söz konusuysa mümin kişi, kâfir kişiye aslında içinden gelmeyen “güzel sözler” sarf edebilir. Farzları ve haramları, yaşadığı ortam itibarıyla -gücü ölçüsünde- ihmal etmeksizin İslam’ın ve Müslümanların, normal şartlarda hoş görmediği tutumlar içine girebilir. Ne var ki asıl korkması gerekenin Allah olduğunu unutmamalıdır. Ayetteki “Allah sizi kendinden korkmaya çağırıyor.” ifadesi “Kâfirlerin şerrinden korkup tedbir almaya eğilim gösterseniz de bilmelisiniz ki korkulması gereken onlar değil Allah’tır.” anlamına da gelir. Kendini koruma altına almak niyetiyle kâfirlere kendini görünüşte güzel gösteren kimse, bunu hayatının tümüne şamil kılarsa zamanla –Allah korusun– bu tutum, kalbe de sirayet edebilir. Övgüye değer olan şey, mümkün olduğunca kâfirlere karşı “Müslüman onuruna” yakışır tavırlar içinde olmak ve hatta bu konuda canından geçmektir. Onların şerrinden sakınma istisnası, bir “İslami hareket yöntemi” haline getirilmemelidir.
Mekke’de işkencelere dayanamayarak inkârcıların istediği şeylere yakın ifadelerin, dilinden döküldüğü Ammar b. Yasir hakkında indiği söylenen şu ayet de takıyyeye delil olarak getirilmektedir: “İman ettikten sonra kâfir olanlar, Allah'ın gazabına uğrarlar, onun için büyük bir azap vardır. Yalnız bu hüküm, kalpleri kesin bir imanın hazzı ile donanmış olduğu halde baskı altında kalanlar için değil, fakat gönüllerinin kapısını inkârcılığa açanlar için geçerlidir.” (Nahl, 16: 106). Bu ayette kalbi imanla dolu kimsenin öldürülmemek için inkâr sözü söylemesinin, onu kâfir yapmadığı ifade edilmektedir. Ammar b. Yasir’in tavrı, bu ayette verilen izne uygundur. Ancak annesi ve babası azimeti tercih edip tevhid sözünden dönmemişler ve şehit edilmişlerdir. Ayette inkâra zorlanan Müslümana iki seçenek sunulmaktadır: Ya zahirde inkâr edecek ama kalbinde imanını koruyacak ya da Allah yolunda öldürülmeyi göze alacak ve inkâr sözünü söylemeyecek. Tabii ki ikincisi azmedilmeye değer bir tutumdur. Yine de Allah’ın kişiye gücünün üstünde sorumluluk yüklemeyeceği gerçeği (Bakara, 2: 286) göz ardı edilip de herkesten aynı ölçüde İslami tavır beklenemez. Kişi; içinde bulunduğu durumu, diğer Müslümanlarla istişare ederek değerlendirecek ve ona göre iki tercihten (ruhsat/azimet) birine eğilim gösterecektir. Zorluk geçtiği halde hala İslami tavırdan uzak bir hayat yaşayanlar, Müslümanlıklarını sorgulamalıdırlar. Zira “inandıkları gibi yaşamamak ama yaşadıkları gibi inanmak” riskiyle karşı karşıyadırlar. Firavun’un ailesinden Müslüman biri, muhtemelen yönetimin şerrinden dolayı imanını gizlemektedir. Onun bu tavrı, Hz. Musa’nın haklarını savunurken bile sürmektedir: “Firavun ailesinden imanını gizleyen mümin bir adam dedi ki: Bir adamı, 'Rabbim Allah'tır.' dediğinden dolayı öldürüyor musunuz? Oysa o size Rabbinizden apaçık deliller getirmiştir. Eğer yalancıysa yalanı kendi aleyhinedir. Eğer doğru sözlüyse o zaman size vaat ettiklerinin bir kısmı başınıza gelir. Şüphesiz Allah aşırıya giden yalancı bir kimseyi doğru yola iletmez.” (Mümin, 40: 28). Görüldüğü gibi Firavun'un akrabalarından olan bu kişi, devlet işlerinde de söz söyleme hakkı olan birisidir. Bu ayette o, iman ettiğini çok açık bir şekilde söylememektedir. Firavun ve ileri gelenlerini, taklitçi zihniyetten uzaklaştırmayı hedefleyen şart cümleleri bunun işaretidir. Hz. Nuh dönemi müşriklerinin “Siz onu belli bir süreye kadar gözleyin.” (Müminun, 23: 25) diyerek Hz. Nuh’un hemen etkisiz hale getirilmesini uygun görmemeleri gibi Hz. Musa dönemindeki imanını gizleyen kişi de “özgürlük yanlısı” bir söylem üzerinden Hz. Musa’yı savunmaktadır. İmanını gizleyen Müslümanın, “Allah aşırıya giden yalancı bir kimseyi doğru yola iletmez.” şeklindeki ifadesinden ilk akla gelen şey, onun Musa’dan söz ettiğidir. Ancak bu ifaden, tevriyelidir ve o kişinin kastettiği kimse, aslında “aşırı giden ve yalancı” Firavun’un kendisidir. Ne var ki Firavun, söz konusu kişinin öğütlerini dikkate almaz ama ona zarar da vermez ve Musa’yı yalanlama konusunda inadını sürdürür: “Firavun, ‘Haman! benim için bir kule inşa et!’ dedi, Umarım ki böylece yükselebilir, göklere yol bulur da Musa’nın Tanrısına ulaşırım.” (Mümin, 40: 36).
Görüldüğü gibi “takıyye” için delil getirilen yukarıdaki üç ayetin üçü de kâfirlerin şerrinden emin olma ile ilgili bir ilke değil, izindir. Siyer bilgilerinden anlaşıldığı kadarıyla sahabenin geneli, gördükleri işkence ve zulümlere rağmen takıyyeyi değil, açık tavırlı olmayı tercih etmişlerdir. Dolayısıyla takıyye, bir “yöntem” ya da hayat tarzı düzeyine çıkarılmamalıdır. Ayrıca bir Müslümanın ya da Müslüman çevrenin başka bir Müslümana ya da Müslüman çevreye takıye yapması bu ayetlerin kapsamına dahil değildir. Aksi takdirde Müslümanlar “karakter zaaflı” kimseler haline gelirler ve yalan, ihanet vs. etrafta kol gezer, güven ortamı kalmaz.