Biz bu yazımızda, Türk İnkılâbı’nın temel özelliği olarak kabul edilen lâikliğin Mustafa Kemal tarafından ne için benimsendiğini, Atatürk’ün din ve lâiklik konularında neler düşündüğünü tarihî gelişimi içinde aydınlatmaya çalışacağız.
Lâiklik kelimesi dilimize Fransızca’dan geçmiştir. Aslında Yunanca laikos sıfatından gelir. Yunan’da din adamı sıfatı taşımayan kişilere laikos denilmekteydi. Şu halde lâik kimse halktan olan; bir başka deyişle Hıristiyanlıkta ruhban sınıfına mensup olmayan kimse demektir.
Laikos sözü daha ziyade dinî düzenle kurulmuş cemiyette din adamları dışında kalan kimseleri anlatmak için kullanılmıştır. Nitekim Hıristiyanlıkta kilise adamlarına Clerici bunun dışındaki müminler topluluğuna da laici denilmiştir1.
Lâik kelimesinin lügat manasının yanında tarih terimi olarak da bir manası vardır. Bu manayı belirtmek için insanlığın gelişimine kısa bir göz atmak kafidir.
Bilindiği gibi din insanın ortaya çıkışıyla başlar ve insan cemiyetlerinin her çeşidinde vardır. Bu cemiyetlerin başlangıcında da din yalnız bir itikat sistemi olarak görülmez. O, aynı zamanda kainatı izah eden bir yol ve cemiyetin idaresi için gerekli tedbir ve nizamların bir kaynağıdır. Böyle olduğu için de ilim, sanat, felsefe, hukuk ve devlet hepsi dinî menşelere ve dinî hüviyetlere sahiptir. Buna göre lâikliğin tarih terimi olarak manası, din ile felsefenin, din ile ilmin, din ile hukukun, din ile sanatın ayrılmasıdır. Din ile devletin ayrılması bu gelişmenin son halkasını teşkil etmektedir.
Lâiklik fikrinin, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması fikrinin asıl menşei Rönesans ve Reform hareketleridir. Bunlar insanlığa yeni ufuklar açmışlardır. Matbaanın icadı, ucuz kağıt fikir hayatını hareketlendirdi. Luter’in kurmuş olduğu protestanlık, papalığın nüfusunu kırmak, millî bilinci kuvvetlendirmek suretiyle lâikliğin doğmasına yardım etti.
18. yy’ a kadar devlet, dinî karakterini korumaya devam etti bu arada din ve devlet ilişkileri konusunda tartışmalar da sürüp gidiyordu. 18. yy. ikinci yarısında Amerika ve Fransa’da ortaya çıkan ihtilâller sonunda devletin bünyesi, devletle din ilişkilerinin yeni bir düzene konulması üzerine değişti.
Lâik devlet tipi meydana geldi. Bunda en büyük etkenler Amerika’nın 1776 tarihli İnsan Hakları Beyannamesi ve 1789 Fransız İhtilâlinin İnsan Hakları Beyannamesidir.
Bu beyannameler, bütün insanların hür ve eşit doğdukları ve dinî yönden istedikleri gibi düşünmekte ve hareket etmekte serbest oldukları yönünde maddeleri ihtiva ediyorlardı.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde, daha sonraki dönemlere göre daha millî ve lâik bir hukukun egemen olduğu bilinmektedir. Öyle ki; bir Şeyh Bedreddin çıkıyor, şimdi bile büyük tepkilere yol açabilecek fikirler ortaya atıyor ve kimse ona karışmıyordu. Ancak, devlete karşı ayaklanınca kendine karşı kuvvet kullanılmıştır,
Osmanlı Devleti’nin zamanla daha dinî bir karakter alarak teokratikleşmesi konusunda Prof Dr. Mustafa Akdağ şunları yazmaktadır. “Osmanlı Türkiye’sinde geniş çapta uygulanan ve Fatih Sultan Mehmet’in tahta geçmesi, yahut İstanbul’u açmayı başarmasıyla gelişen bir çeşit laisizm (yahut hiç bir dinî etki olmaksızın bütün reayanın adalet ve kanun önünde eşit olmaları) yolundan, ondan aşağı yukarı yüzyıl sonra, Kanunî dönemi ortalarında sapıklığı bilinmektedir.
Ord. Prof. Dr İsmail Hakkı Uzunçarşılı ise bu konudaki görüşlerini şöyle dile getirmektedir: “Osmanlı’ların Bizans’ın Fethinden sonra bazı şer’i esaslardan ayrıldıkları yolundaki iddia tarihî gerçeklere uygun düşmez. Tam aksine, devletin kuruluş döneminde millî ve lâik hukuk daha geniş bir yer tuttuğu halde, Bizans’ın fethinden sonra devlet daha teokratik, daha dinî bir karakter almıştır. Şeyhülislâm müessesesinin doğuşu ve devlet idaresinde fetvaların önem kazanması Bizans’ın fethinden sonradır”
Bilinen bir gerçek vardır ki, 1517’de Yavuz Sultan Selim’in elde ettiği halifelik unvanı bu dönemde fazla kullanılmadı. Fakat devlet zayıfladıkça hiç olmazsa Müslüman Osmanlı tebaasını elde tutabilmek amacıyla halifelik ön plâna çıkarıldı.
Tarikatların ibadet ve âyin yerleri olan tekkeler de, devletin gösterdiği müsamaha sonucu hızla yayılıp, tarikatların propaganda ocağı olmuşlar, zaman geçtikçe taassuplarını daha da artırarak, insanları bu dünyanın nimetlerinden uzaklaştırıp sadece öbür dünyaya hazırlanmaya çağırmaya başlamışlardır.
16. yy’ dan itibaren taassup ve dinin çıkarcılığa alet edilmesi dönemi başlamıştır. Örneğin 1578’de kurulan bir rasathane Şeyhülislâm Kadızade Ahmet Şemsettin Efendi’nin padişaha; “gökleri rasat etmenin meşum (uğursuz) ve her nerede buna teşebbüs edilirse orada devletin mahvu (perişan) harap olduğu” şeklinde verdiği bir arıza (astın üste yazdığı yazı) üzerine bu ilim müessesesi yıkılmıştır..
Artık Osmanlı Devleti’nde Batı’nın keşifleri, düşünceleri kafirlik olarak nitelendiriliyor ve bu dünyayı ilgilendiren gâvur icatlarından Müslüman Osmanlı tebaasını korumak için din adamları ellerinden geleni yapıyorlardı.
Ancak gün geçtikçe anlaşıldı ki bu böyle sürdükçe devlet elden gidecekti, bu farkına varışın bir sonucu olarak lâik müessese ve düşünceye karşı mevcut olan bütün hınca rağmen Osmanlı Devleti’ne 18. asırdan itibaren lâik müesseseler girmeye başlamıştır. Fransız İhtilâli’nin getirdiği kurallar Tanzimat devrinde kendini gösterebilmiştir.
18. asırdan sonraki dönemlerde “Eğitim, adliye v.s. gibi müesseseler ikileşmiş, dinî esasa dayanan bu müesseselerin yanında şeriat dışı yabancı kaynaklardan gelen lâik yapılar ortaya çıkmıştır. Bilhassa Tanzimat devrinde şeriat dışı yabancı kaynaklardan, ticaret, ceza, arazi kanunu gibi kanunlar iktibas edilmiştir. Seriye Mahkemelerinin yanında Nizamiye Mahkemeleri, medreselerin yanında lâik eğitim müesseseleri yer etmiştir”
Tanzimatçıların bu denemesi başarıya ulaşamamıştı. Bunu Yunus Nadi, 27 Şubat 1913’te yayınlanan Tasvir-i Efkar’da şöyle dile getiriyordu: “Tanzimatçılar mektep açtılar ancak medreseler de eski durumlarını koruyarak kaldılar. Ortada eğitim yapılan yer olarak hem mektep hem de medrese bulunuyordu. Bunların eğitim ve öğretimleri tabiî ki farklı gayeler takip etti. Çıkan netice mektebin de medresenin de tam bir fayda temin edememesi şeklinde kendini gösterdi. Tanzimatçılar ortaya adliye teşkilâtını çıkardılar fakat şeriye mahkemeleri de varlıklarını korudular, bu suretle, adaletin dağıtılması ve hukukun uygulanması sağlıklı bir yola sahip olmaktan uzak kaldı”. “…
Tanzimatçılık gerçi iflâs etti, fakat bize de, işte görülüyor ki pek pahalıya mal oldu.
Haftaya Devam edeceğiz İnşaAllah..