Bugün Atatürk'ün Din ve Laiklik anlayışından yorum yapmadan bahsetmek istiyorum. Atatürk; dini, toplumun devamını sağlayan bir unsur olarak görmekte ve gerekliliğine inanmaktadır. Bu konuda şöyle söylemiştir:
“Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur. Yalnız şurası var ki din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfının din simsarlığına müsaade edilmemelidir. Dinden maddî menfaat temin edenler iğrenç kimselerdir. İşte biz bu vaziyete muhalifiz ve buna müsaade etmiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan insanlar saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizlerin asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz bu kimselerdir”
Atatürk, İslâm dininin büyüklüğüne de inanmıştı. Bu konuda şöyle konuşmuştur:
“Bizim dinimiz en makul ve en tabiî bir dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabiî olabilmesi için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması lâzımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur”
Böyle düşünen Atatürk acaba ne için Türkiye’yi lâik bir devlet haline getirdi sorusuna birçok tarihçi iki şıklı cevap vermektedir: Millî bir devlet kurabilmek için. Ülkenin çağdaş uygarlık seviyesine çıkabilmesi için.
Millî Devlet Kurulması Açısından:
Fransız İhtilâli’nden sonra gelişen milliyetçilik fikri bütün dünyaya yayılmış ve her yerde milliyetçi ayaklanmalar çıkmıştı. Çok uluslu imparatorluklardan olan Osmanlı İmparatorluğu ise bu hareketler karşısında bütünlüğünü koruyabilmek için çareler aramaktaydı. Başlarda denediği Osmanlılık uygulaması tutmayıp da Hıristiyan unsurlar birer birer koptuktan sonra, hiç olmazsa Müslüman unsurları elde tutabilmek amacıyla Halifelik makamını da kullanarak İslamcılık uygulamasına geçti. Burada ileri sürülen görüş milliyetlerin bir önemi olmadığı tüm Müslümanların, Hz. Muhammed’in ümmeti olarak bir devlet çatısı altında birleşmeleri gerekliliği idi. Yapılan bütün propagandalara rağmen bu da tutmadı ve Birinci Dünya Savaşı sırasında ordularımız yeterince destek görmedi...
Atatürk bu konuda şöyle diyor: “Efendiler, vatandaşlarımızdan, dindaşlarımızdan ve hemşerilerimizden her biri dimağında bir mefkûre-i âliye besleyebilir. Hürdür, muhtardır. Buna kimse karışamaz. Fakat bu münasebetle şunu derim ki: Büyük hayaller peşinde koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Şimdiye kadar büyük ve hayalî şeyleri yapmadan yapmış görünmek yüzünden bütün dünyanın husumetini celbettik. Biz panislâmizm yapmadık, belki yapıyoruz, yapacağız dedik. Düşmanlar da yaptırmamak için bir an evvel öldürelim dediler. Panturanizm yapmadık, yapıyoruz, yapacağız dedik ve onlar da yine öldürelim dediler. Bütün dava bundan ibaret. Biz böyle yapmadığımız ve yapamayacağımız mefhumlar üzerinde koşarak düşmanlarımızın üzerimize olan tazyikatını tezyit etmekten ise hattı hatibe, hattı meşrua rücu edelim, haddimizi bilelim”
Atatürk haddimizi bilelim derken; aklımızı başımıza toplayalım bize, Anadolu’da yaşayan Türk milletinden başka hiç kimseden hayır gelmez düşüncesine sahip olduğundan zerre kadar şüphe yoktur.
Birinci Dünya Savaşı sonrası parçalanan Osmanlı İmparatorluğunun yerine artık milliyet esasına dayanan bir devlet kurmak şart olmuştu. Ancak bunu sağlamak kolay değildi. Millî Mücadele sırasında Atatürk Türk milletini mücadeleye çağırıyordu., Bilindiği gibi Millî Mücadele yıllarında, Atatürk İstanbul’dan verilen fetvalarla ölüme mahkûm edilmiş bunun sonucunda da Ankara ile İstanbul arasında bir fetvalar savaşı meydana gelmişti. Burada Atatürk de dini kullananlara karşı aynı şekilde cevap vermişti. Mustafa Kemal'e göre henüz millî duyguları gelişmemiş dindar bir millet ancak bu şekilde mücadeleye inandırılabilirdi.
Atatürk, Millî Mücadele içinde ve sonrasında milleti ümmet olmaktan çıkartmak Türk milleti haline getirmek için çabalar sarf etmiştir
Bu konuda Kemalist Prof. Dr. Özer Ozankaya Türkiye'de Laiklik isimli kitabında şunları yazmıştır: “Mustafa Kemal’e gelinceye değin hiç kimse Osmanlılığın ve teokratik dönemin artık bir imparatorluğu yaşatacak bir bağ olamayacağını görememiştir. Örneğin 19. yüzyıl sonrası önde gelen Osmanlı aydınlarından ünlü dilci Şemseddin Sami, Kamus-u Türkî’nin “millet” maddesinde ulus olgusunu dine dayandırıyor, “İslâm milleti” demek gerektiğini, “Türk milleti” demenin yanlış olduğunu, “Türk ümmeti” demek doğru olacağını yazıyordu. Oysa Atatürk, 1930’da Medenî Bilgiler Kitabında el yazısıyla yazdığı üzere, dinin Türk ulusunun kurucu üyelerinden olmadığını, Türklerin İslâmlığa girmeden önce de bir ulus olarak var olduğunu, İslâmlığın, Arap, İran, Türk uluslarını bir tek ulus haline hiç bir zaman getiremediğini, ancak Türklerin ulusçuluk bilincini zayıflattığını yazar”
Yeni Türk devletinin kurucusu Atatürk için en büyük amaç, kurulan devleti Batı medeniyeti seviyesine çıkararak geleceğini garanti altına almaktı. Bunu yapabilmek için de, eğitimde, hukukta ve günlük yaşamda yer etmiş bir çok alanda inkılâp yapmak gerekiyordu. M.Kemal'e göre: "Din kisbesi altında koyu taassubun etkisinde kalan bu kurumlar zaman geçtikçe daha yaşlanıyor, her türlü yeni adımı, ıslahatı din dışı ve dine karşı diye engelliyorlardı. Din dışına çıkmayı akıllarından bile geçiremeyen padişahların özellikle askerlik alanında uygulamaya koydukları ıslahatlar bile çok büyük tepkiler görmüş, ayaklanmalar olmuş ve padişahlar öldürülmüştür. Osmanlı tarihinde sonuncusu 31 Mart Vakası olan bu ayaklanmalar ülkenin çağdaş uygarlık seviyesinin daima daha gerisine düşmesine neden oluyorlardı".
Yine M. Kemal'e göre Osmanlı Devleti, yozlaşmış dinî çevrelerin baskısıyla kapılarını uygarlığa kapamış ve bunun sonucu olarak da çağın çok gerilerinde kalmıştı. Öyle ki, kendi içindeki azınlıkların bile gerisinde kalmıştı. Örneğin matbaayı Osmanlı tebaası Müslümanlar yine Osmanlı tebaası Hıristiyanlardan yüz yıl sonra kullanmaya başlamışlardı.
Mustafa Kemal'e göre lâiklik ilkesi Türk inkılâbının genel özelliğidir. Lâiklik, şuurlu bir Türklük bilinci, geliştirme ve çağdaşlaşma hareketidir.
1921 yılında kabul edilen Anayasa ile egemenlik kayıtsız şartsız millete verilmişti. Bu lâiklik hareketinin ilk evresiydi. Daha sonra 1922’de Saltanat kaldırılmış, 1923’de Cumhuriyet ilân edilmiş ve nihayet 1924’de Hilâfetin kaldırılmasıyla dinin devlet hayatında bir fonksiyonu kalmamıştı.
9 Nisan 1924’de devletin dininin İslâm olduğunu belirten madde Anayasa’dan kaldırılarak Anayasa laikleştirildi. Hukukun laikleştirilmesi konusunda en önemli adım. 1926 Medenî Kanunu’nun kabulüdür. İsviçre medenî kanununun Türk toplumuna uyarlanması şeklinde uygulanan bu Kanun, kadın ve erkeği eşit bireyler haline getiriyordu.
Sonuç olarak söylemek gerekirse, Atatürk’ün lâiklik politikası, fertlerin dinî inançlarına hiç karışmamakta ancak devleti dinden ayrı tutmaktadır.
Bitti.